Popüler Yayınlar

11 Mart 2025 Salı

Bütün Kötülüklerin Anası: IRKÇILIK ve KÖKENLERİ

 

Irkçılık belirli bir gruba veya farklı gruplara karşı olumsuz düşüncelere sahip olmak ve olumsuz davranışlar sergilemektir. Irkçılık farklılıklara düşman olmaktır. Irkçılık kendini ve kendine benzerleri üstün görmektir.

 

Pek çoğumuz ırkçılığı sadece başka dili konuşanlara yönelik önyargı, küçümseme, dışlama, nefret ve saldırı olarak zanneder. Buna aynı dili konuşsalar dahi beyazların siyahlara veya çekik gözlülere veya çingenelere olan olumsuz yaklaşımını da ekleyebilir. Veya dinlerin diğer dinleri kötülemesini, aşağılamasını da ırkçılığın içine katabilir. Hindistan’daki eski kast sistemini veya cahiliye dönemindeki kölelik sistemini ırkçılığa örnek gösterebilir. Sömürgeciliğin ırkçılık olduğunu söyleyebilir.

 

Evet bunlar katıksız ırkçılıktır ve fakat ırkçılık daha pek çok alanda daha yapılmaktadır.  Örneğin;

·         Başka takımı tutanlara yönelik öfke de ırkçılıktır.

·         Astlarınıza mobbing yapmak da ırkçılıktır.

·         Fakirleri hor görmek, onlardan uzak durmaya çalışmak da ırkçılıktır.

·         Göçmenleri aşağılamak da ırkçılıktır.

·         Cücelere gülmek de ırkçılıktır.

·         Gençleri küçümsemek de ırkçılıktır.

·         Yaşlıları dikkate almamak da ırkçılıktır.

·         Bazı meslekleri yüceltirken, bazı meslekleri küçümsemek de ırkçılıktır.

·         İşçilerin sendikalaşmasını engellemek de ırkçılıktır.

·         Okulda grupçuluk yapmak, gruptan olmayanlara zorbalık yapmak da ırkçılıktır.

·         Memleketiyle övünürken diğer memleketten olanları gömmek de ırkçılıktır.

·         Başka bölgenin insanlarına duyduğunuz gıcıklık da ırkçılıktır.

·         Başka şehrin insanları hakkında genelleme yapmanız da ırkçılıktır.  

·         Başka partiye oy verenlerden nefret etmeniz de ırkçılıktır.

·         Başka ideolojiye sahip olanları aşağılamak da ırkçılıktır.

·         Kendi yaşam biçiminizi başkalarına dayatmak da ırkçılıktır.

·         Dindarlığı yobazlıkla eş tutmak da ırkçılıktır.

·         Başka mezhepten olanların cehenneme gideceğini söylemeniz de ırkçılıktır.

·         Herhangi bir dine mensup olmayanları kafirlikle itham etmek de ırkçılıktır.

·         Laikleri din düşmanı olarak yaftalamak da ırkçılıktır.

·         Şeriat istemek de ırkçılıktır.

·         Kadınları hayattan dışlamak, erkeklerin üstünlüğünü iddia etmek de ırkçılıktır.

·         Kadınları seks objesi gibi görmek de ırkçılıktır.

·         Seksist (cinsiyetçi) konuşmalar, şakalar, fıkralar, deyimler, küfürler de ırkçılıktır.

·         Bir grubun giyim türünü aşağılamak veya yasaklamak da ırkçılıktır.

·         Cinsel eğilimleri farklı olanları sapık görmek ve dışlamak da ırkçılıktır.

·         Fikirlerinize katılmayan veya karşı çıkan muhaliflerinize küfretmek de ırkçılıktır.

·         Bir grubun sevdiği tarihi kişiliklere alenen hakaret etmek de ırkçılıktır.

·         Kolluk kuvvetlerinin bir gruba karşı aşırı sert davranmasını makul bulmak da ırkçılıktır.

·         Bir bakanlığa bir bakanın hemşerilerinin dolması veya cemaatinin dolması veya partilililerinin dolması da ırkçılıktır.

·         Devletin fakirlere bakmasını, yardım etmesini yanlış bulmak da ırkçılıktır. (Devlete ait sosyal güvenlik kurumlarıyla sosyal sosyal eşitliğin sağlanmasını yanlış bulmak ırkçılıktır.)

·         Devlete ait kamu kuruluşlarının hepsinin başında tek bir mezhebe ait insanların atanması, diğer mezhep üyelerinin bürokraside yükselememesi de ırkçılıktır. 

·         Turistleri yolunacak kaz gibi görmek de ırkçılıktır.

 

(Yukarıda saydıklarımın bir kısmının cinsiyet ayrımcılığına, bir kısmının sınıf ayrımcılığına, bir kısmının da sosyo-kültürel ayrımcılığa girdiğini farkındayım. Ben ayrımcılığın her türlüsünün ırkçılık olduğunu düşünüyorum. Onun için bir potada görüyorum.)

 

Irkçılık çoğunlukla alenidir, hemen fark edilir. Bazen de detaylarda gizlidir, hemen fark edilmez veya masum görünür. Ama ırkçılığa uğrayan için her ikisi de üzücüdür.

 

Irkçılık bir düşünce hastalığıdır. Çok pis ve ağır bir hastalıktır. Maalesef bulaşıcıdır da. Arkadaştan arkadaşa, komşudan komşuya, babadan oğula, nesilden nesile bulaşır. Tarihi çok ama çok eskilere dayanır.

 

300 bin yıldır tarih sahnesinde olan insanoğlu (Sapiens) ırkçılık yüzünden çok zarar görmüştür. 300 bin yılda dünyaya gelen 110 milyar insanın büyük bir çoğunluğu 60-70 yıllık ömründe ırkçılık yüzünden itilmiş kakılmıştır, kırılmıştır, ezilmiştir, dışlanmıştır, dövülmüştür, kovulmuştur, hapsedilmiştir, gasp edilmiştir, ırzına geçilmiştir, sakat bırakılmıştır, canından olmuştur. Yani hayatı üzüntü içinde geçmiş, hayattan keyif alamadan yaşamış ve göçmüştür.

 

Irkçılıktan muzdarip insanların pek çoğunun tek tesellisi kendisine kötülük yapanların öteki dünyada cezasını bulacağına olan inancıdır.

 

Maalesef ırkçılar bu dünyada yeterince ne ayıplanmakta ne de cezalandırılmaktadır, tam tersine genelde erk onların elinde olduğu için cesaretlendirilmektedirler. Irkçılığa müsamaha gösterilirse azar ve insanı insanlıktan çıkarır. Nazi Almanya’sı buna örnektir.  Kast sisteminin olduğu Hindistan buna örnektir. Uzun çağlar boyunca yaşanmış olan kölecilik buna örnektir. Kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü din devletleri buna örnektir. Başka ülkeleri feth etmenin, feth edilen ülkelerdeki halkın varlıklarını gasp etmenin normal görüldüğü çağlar buna örnektir.

 

Irkçıları yok edemezsek de ırkçılık bataklığını kurutabiliriz. Her nesilde ırkçı sayısını azaltabilriiz. Irkçılığa karşı hep birlikte mücadele edersek, ırkçılığın her boyutuna dair insanlardaki farkındalığı artırabilirsek, insanları ırkçılıktan tiksindirebilirsek, yeni nesillere ırkçılığın bulaşmasını engelleyebilirsek ırkçılığa maruz kalmış gelmiş geçmiş tüm insanların ruhunu biraz olsun huzura erdirebiliriz, bundan sonra doğacak milyarlarca insanın ırkçılıktan eziyet görmesini engelleyebiliriz.

 

Bu makalem ırkçılıkla bireysel mücadelemin bir parçasıdır.

 

Irkçılık hakkında yeteri kadar farkındalığı olan insana ırkçılığın bulaşamayacağını düşünürüm. Bu yüzden bu makalemde yeni nesilleri ırkçılık hakkında bilgilendirmek ve ırkçılığın kökenlerini göstermek istiyorum.

 

Aslında insanlar söz konusu olduğunda ırk ve ırkçılık kelimelerini kullanmak doğru değildir. Irk tanımı hayvanlar için kullanılır. Özellikle de insanlar tarafından seçici üreme yoluyla belirli fiziksel ve davranışsal özellikler geliştirilmiş evcil hayvanlar için kullanılır.

 

Örneğin; “Canis” cinsinin bir türü olan “kurtların” bir alt türü olan “evcil köpeklerin” bir alt popülasyonu olan kangallar bir köpek ırkıdır. Aynı şekilde dobermanalr, tazılar, kanişler, buldoglar, haskiler de köpek ırklarındandır. Bildiğim kadarıyla da köpekler ırkçı değildir, örneğin dobermanlar tazılardan nefret etmez, veya kanişler buldogların aşağılık olduğunu düşünmez, veya kangallar haskilerin sürülmesi gerektiğini havlamaz.

 

Aynı şekilde sığır cinsine ait bir tür olan inekler insan eliyle ırklaştırılmıştır. Holştayn, Jersey, Şimental, Angus ırkları bunlardan bazılarıdır. Yine bildiğim kadarıyla bu ırklar da birbirine düşman değildir.

 

Elbette bu yazının konusu olan ırkçılık, köpek veya inek ırklarından hangisinin üstün veya bayağı olduğuyla ilgili değildir. İnsanlar arasındaki ırkçılıkla ilgilidir.

 

Teorik olarak insanlar arasında ırkçılık yapamayız, çünkü insanların alt popülasyonu, yani yapay olarak geliştirilmiş alt türleri olmadığı için, insan ırkları da yoktur, dolayısıyla insan ırklarından bahsetmek mümkün değildir.

·         Siyah tenli insanlar, çekik gözlü insanlar, turuncu saçlı-sakallı insanlar ve cüceler insan ırkları değildir. Sadece dış görünüşleri farklıdır. Hepsi homo sapiens türü insandır.

·         Kadınlar ve erkekler ayrı ırklar değildir. İnsan cinsiyetleridir.

·         Anadili; Türkçe veya İngilizce veya Hintçe veya Arapça veya Çince olan insanlar ayrı ırklardan değildir. Sadece ayrı etnik kökenden gelen insanlardır.

·         Hindular, Budistler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Şintoistler ayrı ırktan insanlar değildir. Ayrı dinlere inanan insanlardır.

·         Dindarlar, Ateistler, Deistler, Agnostikler ayrı ırklar değildir. İnançları farklı olan insanlardır.

·         Sağcılar, solcular, liberaller, küreselciler, laikler, muhafazakârlar ayrı ırklar değildir. Politik görüşleri farklı insanlardır.

·         Kültürleri, gelenekleri, adetleri farklı insanlar ayrı ırktan insanlar değildir. Yetiştikleri toplumları ve aileleri farklı insanlardır.

·         Zenginler, fakirler, patronlar, çalışanlar ayrı ırklar değildir. Gelirleri farklı olan insanlardır.

·         Kentliler (burjuvalar), köylüler, göçmenler, çingeneler ayrı ırklar değildir. Yaşama biçimleri farklı olan insanlardır.

·         Eğitimliler, eğitimsizler ayrı ırktan insanlar değildir. Bilgi birikimleri farklı insanlardır.

·         Ustalar, kalfalar, çıraklar, vasıflılar, vasıfsızlar ayrı ırklar değildir. İş tecrübeleri farklı olan insanlardır.

·         Bebekler, çocuklar, ergenler, gençler, olgunlar, yaşlılar ayrı ırk değildir. İnsanlığın yaş gruplarıdır.   

·         Hastalar, engelliler, evsizler, ihtiyarlar ayrı ırklar değildir. Yardıma ihtiyacı olan insanlardır.

·         Anne tarafı ve baba tarafı ayrı ırklar değildir. Sülalenizin iki koludur.

·         Heteroseksüeller, homoseksüel, aseksüeller, biseksüeller ayrı ırklar değildir. Cinsel eğilimleri farklı insanlardır.

·         Fenerbahçeliler, Galatasaraylılar, Beşiktaşlılar ayrı ıklar değildir. Farklı takımlara gönül vermiş insanlardır. 

 

Kısacası insanlığın ırkları yoktur. İnsanları yukarıdaki gibi yapay sınıflara ayırırsak ırkçılık yapmış oluruz. Rengi, bedeni, cinsiyeti, dili, dini, kültürü, yaşam tarzı, fikirleri bize benzemeyenleri kategorize edersek ayrımcılık yapmış oluruz. Zihnimizdeki bu ayrımcılık zamanla onları ötekileştirmemize neden olur. Ötekileştirdiğimiz insanlardan zamanla uzaklaşırız. Uzaklaştıkça onlardan korkarız ve nefret ederiz. Nefret ettiklerimizi dışlama ve kötüleme eğilimimiz başlar. Artık ırkçılık mikrobu vücudumuzu ele geçirmiştir. Tüm düşünce ve davranışlarımızı artık ırkçılık mikrobu güdüler. Zombiden farksızızdır. Bizden olmayanlara saldırmaya hazırızdır.

 

Irkçılık insanlara mahsus bir kötülüktür.  

 

Hayvanlar aleminde aynı cinse ait türlerin birbirini yok ettiğine pek rastlamıyoruz.

·         Örneğin; Canis cinsine ait olan Kurtlar ve Çakallar birbiriyle ezeli düşman değildir. 

·         Örneğin; Pantera cinsine ait olan Aslan, Kaplan, Jaguar ve Leoparlar birbirinin neslini tüketmemişlerdir.

·         Örneğin; Equus cinsine ait türler olan atlar, eşekler ve zebralar hala bir arada yaşayıp gidiyorlar.

 

Evet, kediler farelerin düşmanıdır. Evet, aslanlar çakalların düşmanıdır. Ama bu hayvanlar aynı cinse ait türler değildir. Düşmanlıkları da farklılıkları sebebiyle değil, açlıkları sebebiyledir.

 

Kendine yakın türleri yok eden tek canlı türü bizmişiz gibi görünüyor. Sebebi pek ala ırkçılık olabilir.

 

Irkçılığın Kökenleri

 

Nerelisiniz?

 

Ben söyleyeyim. Afrikalısınız. Hepimizin anavatanı da, atavatanı da Afrika’dır.

 

2,5 milyon yıl önce Afrika’da tarih sahnesine çıkmış Homo cinsinin pek çok türü oldu ama sadece Sapiens türü hayatta kalmayı başarabildi. Homo cinsine ait türlerinden olan Erektus ve Heidelberg insanlarının çiftleşmesinden ortaya çıkan melez bir soyun yaklaşık 300 bin yıl önce evrimleşip Sapiense dönüşmesiyle tarih sahnesine çıktık.

 

300 bin yıl önce tarih sahnesine çıktığımızda tespit edebildiğimiz kadarıyla en az 8 insan türü daha vardı dünyada. Hatta bizden sonra da en az 4 yeni insan türünün de tarih sahnesine çıktığını biliyoruz. Uzun çağlar boyunca bu insan türleriyle birlikte yaşadık. Ama onlar şu anda aramızda değiller. Yaklaşık 20 bin yıldır yeryüzündeki tek insan türüyüz.

 

Diğer Homo türü insanlara ne oldu?

 

Bilim dünyası buna dair pek çok tez ileri sürüyor.

·         Zorlu iklim koşulları. Buzul dönemleri ve ardından gelen ısınma periyotları, habitatları, av hayvanlarının dağılımını ve bitki örtüsünü sürekli değiştirmiştir. Sapiensler (yani bizler) daha geniş bir iklimsel toleransa ve uyum sağlama yeteneğine sahip olduğumuz için hayatta kalmayı başarırken, diğer türler hızlı değişimlere ayak uyduramamış, kaynakları azalmış veya yaşam alanları daralmış olabilir.

·         Kaynakların paylaşılamaması. Sapiensler diğer türlerin bölgelerine girmiş ve kaynakları kurutup başka bölgelere göçmüş olabilir. Ya da Sapiensler kaynakça zengin bölgeleri konmuş, bu bölgelerden diğer türleri kovmuş olabilir.  apiens'in daha gelişmiş alet teknolojilerine (örneğin fırlatılabilen mızraklar, ok ve yay), daha etkili avlanma stratejilerine, daha karmaşık sosyal ağlara ve potansiyel olarak daha gelişmiş sembolik düşünce ve dil yeteneklerine sahip olması, onlara kaynakları ele geçirmede ve zorlu koşullarda hayatta kalmada avantaj sağlamış olabilir. Bu diğer homo cinsine ait türlerin yeterince beslenememesine ve nüfusunun baskılanmasına, en nihayetinde de yok olmalarına neden olmuş olabilir.

·         Asimilasyon. Genetik kanıtlar, sapiens'in Neandertaller ve Denisovalılar ile melezleştiğini (karıştığını) gösteriyor. Afrika dışındaki modern insan popülasyonları, küçük oranlarda (%1-4) Neandertal ve/veya Denisovalı DNA'sı taşır. Bu durum, diğer türlerin tamamen "yok olmadığı", ancak daha büyük sapiens popülasyonları tarafından genetik olarak asimile edildiği anlamına gelebilir. Yani, küçük gruplar halinde yaşayan Neandertaller veya Denisovalılar, sayıca üstün Sapiens gruplarıyla karşılaştıkça ve karıştıkça, zamanla ayrı gruplar olarak varlıkları sona ermiş, genetik mirasları sapiens genomuna karışmıştır. Ama bu tez diğer türlere ne olduğunun cevabını veremiyor.

·         Hastalıklar. Afrika'dan gelen Sapiens, diğer Homo türlerinin bağışıklık sistemlerinin hazır olmadığı yeni patojenleri (virüsler, bakteriler) taşımış olabilir. Tıpkı Avrupalıların Amerika'ya getirdiği hastalıkların yerli nüfus üzerinde yıkıcı etkileri olması gibi, Sapiens'in getirdiği hastalıklar da Neandertal veya Denisovalı popülasyonlarını zayıflatmış veya yok etmiş olabilir. Bu teorinin tersi de (diğer türlerden Sapiens'e geçen hastalıklar) mümkündür, ancak Sapiens'in hayatta kalması, belki de daha büyük ve genetik olarak çeşitli popülasyonları sayesinde bu tür salgınlara daha dayanıklı olduğunu düşündürmektedir.

·         Doğurganlık avantajı. Bazı teoriler, Sapiens'in biraz daha hızlı ürediğini veya daha yüksek nüfus yoğunluklarına ulaşabildiğini öne sürer. Sapiens daha sağlıklı ve daha dayanıklı bebekler dünyaya getirirken, çeşitli sebeplerle diğer insan türleri hayatta kalmakta zorlanan bebekler dünyaya getirmiş olabilirler. Bu durum, zamanla diğer türleri sayıca geride bırakarak onların yaşam alanlarını daraltmış olabilir.

·         Genetik zenginlik. Diğer türler daha izole ve daha küçük topluluklar oluşturup, topluluk içi (yakın akrabalarla) evliliğe odaklandığı için zamanla hastalıklı ve engelli nesiller üretirken, Sapiensler daha büyük topluluklar oluşturup, diğer topluluklardan da (iknayla veya zorla) kendi topluluklarına kadınlar katarak genetik zenginliğe ulaşıp daha sağlıklı nesiller üretmeyi başarmış olabilirler. Fosil ve genetik kanıtlar, özellikle Neandertallerin genellikle küçük, izole gruplar halinde yaşadığını ve genetik çeşitliliklerinin Sapiens'e göre daha düşük olduğunu göstermektedir. Bu durum, onları iklim değişikliklerine, hastalıklara ve kaynak kıtlığına karşı daha savunmasız hale getirmiş olabilir. Akraba içi üreme riski de artmış olabilir.

 

Bilim adamlarının bu tezlerinden farklı olarak benim düşüncem diğer türlerin tükenmesinde ırkçılığın da önemli role sahip olduğudur. Bu yazımda bu tezimi enine boyuna temellendireceğim. Tezim doğruysa ırkçılığın tarihi milyon yıl öncesine dayanıyor diyebiliriz.

 

Irkçılık muhtemelen Sapiens ile başlamadı, ondan önce tarih sahnesine çıkan Homo türlerinde de ırkçılık vardı. Ama ırkçılığı zirveye taşıyan Sapiensti, orası muhakkak gibi. 

 

Tarih sahnesine çıktıktan sonra sadece başka insan türlerine ırkçılık yapmakla kalmadık elbette. Bir müddet sonra kendi türümüzün içinde de ırkçılığa başladık.  

 

Hatta 100 bin yıl önce Afrika’dan ayrılıp Ortadoğu’ya geçen Sapienslerin göç nedeni pek ala ırkçılık yapan diğer Sapienslerden kaçmak olabilir. (Elbette bir kanıtım yok ama tarihteki ve günümüzdeki göçlerin pek çoğunun ırkçılardan kaçma nedeniyle olduğunu bildiğimiz için böyle bir teori ortaya koymamda bir beis yok.)

 

Afrika dışına çıkan tek insan türü Sapiensler değildir, onlardan önce başka insan türleri de Afrika dışına çıkmayı başarabilmiştir. Afrika’dan Avrupa ve Asya’ya göç eden diğer insan türleri de pek ala ırkçılardan uzaklaşmak için göç etmiş olabilir.  

 

Homo cinsine ait insna türlerinin, özellikle de Sapienslerin şiddete başvurduklarına, cinayet işlediklerine dair güçlü kanıtlar var elimizde.

·         Homo cinsi insanların birbirlerine karşı şiddet uyguladığına dair en eski kanıtlardan biri, İspanya'daki Sima de los Huesos mağarasında bulunan bir kafatasıdır. Bu kafatası, yaklaşık 430 bin yıl öncesine tarihleniyor ve alın kemiğinde ölümcül darbeler olduğu tespit edilmiştir. Araştırmacılar, bu yaraların kazara oluşmadığını, büyük olasılıkla bir şiddet olayı sonucu meydana geldiğini düşünüyor.

·         Benzer şekilde pek çok Neandertal ve erken dönem Sapiens fosilinde, kasıtlı olarak verilmiş gibi görünen keskin alet yaralanmaları, kemik kırıkları ve diğer travmalar tespit edilmiştir. Bu tür yaralanmaların kavgalar veya saldırılar sonucu olduğu düşünülmektedir.

·         Sudan ve Kenya gibi orta Afrika ülkelerinde 10 ila 15 bin yıl öncesine tarihlenen ve şiddet sonucu topluca öldürülmüş insan iskeletlerine rastlanmıştır.

 

Bu cinayetlerin kaynak paylaşımı veya namus cinayeti yüzünden olma ihtimali kadar, ırkçılık yüzünden olma ihtimali de pek ala mümkündür.

 

Irkçılık düşüncesinin ve davranışının en az 300 bin yıldır olma ihtimali doğruysa, ırkçılığın beynimizin derinliklerine, hatta genlerimize işlediğini, doğal bir içgüdümüz haline, fıtratımız haine geldiğini söyleyebiliriz. Belki de hepimiz doğuştan potansiyel ırkçıyızdır. Ama üremek ve seks yapmak da içgüdüsel bir istektir. Cinsel dürtülerimizi nasıl dizginleyebiliyorsak ırkçılığımızı da dizginleyebiliriz. En azından şiddetini ve etkisini azaltabiliriz.

 

Çünkü ırkçılık insanlık tarihi boyunca sürekli azmış ve çeşitlenmiştir. Şiddeti ve etkisi sürekli artmıştır. Bu süreci geriye çevirebiliriz. Elbette öncelikle bu sürecin nasıl geliştiğini iyi tespit etmeliyiz.

 

Bana göre ırkçılığın kökenleri çok ama çok eskilere dayanmaktadır. Sapiensin tarih sahnesine çımasından çok öncelere dayanmaktadır.  

 

Not: Öfke baldan tatlıdır diye bir deyim var biliyorsunuz, sanki pek çoklarımız için ırkçılık da baldan tatlı gibime geliyor bana. Bu yüzden köklerinin çok eskilere dayandığını düşünüyorum. Irkçılık tezimi biraz da bu yüzden bu kadar eskilere dayandırıyorum.

 

Irkçılık türleri üzerinden ırkçılığın tarihine ışık tutabiliriz.

 

Cinsiyet Kaynaklı Irkçılık

 

Kimse alınmasın, kimse kızmasın, kimse bilmemezlikten, görmemezlikten gelmesin; erkekler kadınlara maalesef ırkçı davranmaktadır. Hem de on bin yıldır falan değil, milyonlarca yıldır.

 

İtiraf edelim ki, günümüzde pek çok erkek kadının çalışmasını, ekonomik gücünü elde etmesini, topluma (kendisi gibi) karışmasını istemez. Onlara göre kadının tek görevi çocuk yapmak, çocukları büyütmek, evi çekip çevirmek ve eşine seks sunmaktır. Kadının toplumda önemli rol alması istenmez. Hatta kadının evden dışarı çıkması dahi istenmez.

 

Kadın, utanç nesnesi gibi, günah makinesi gibi görülür, eve de kapatılır, başı da. Kadını hor görmek, iradesiz görmek, beceriksiz görmek, edilgin görmek erkekler arasında o kadar içselleşmiştir ki, sohbetleri, atasözleri, deyimleri bile küfürleri gibi seksisttir.

 

Erkeğe sorsan; anasını sever, analığı kutsar, eşini sever, eşine iyi hayat sunmaya çalışır, kızını sever, iyi bir hayatı olsun ister ama buna rağmen kadınlara karşı erkekler tarafından ırkçılık yapıldığının farkında değildir. Bunu söyleyenlere de (örneğin bu yazıya) inanmaz, prim vermez. Çünkü cinsiyet kaynaklı ırkçılığı normal görmektedir, hakkı zannetmektedir.

 

Sadece son 50 yıldır sayıları çok az olan bazı erkekler bu gerçeği görmekte, dile getirmekte ve kadını kendisine eşit görmektedir.

 

Kadına karşı ırkçılığın kökeninde cinsiyete dayalı rol ataması vardır. 

 

Peki, kadın şunu yapar, erkek bunu yapar, kadın dediğin şöyle davranır, erkek dediğin böyle davranır düşüncesi, yani cinsiyete dayalı rol dağılımı ne zaman başlamış olabilir?

 

Pek çok hayvan grubunda cinsiyete göre iş paylaşımı vardır.

·         Aslanlar: Dişiler genellikle koordine bir şekilde avlanırken (özellikle orta ve büyük boy avlar için), erkek aslanlar öncelikli olarak sürünün bölgesini diğer rakip erkeklerden ve tehditlerden korur. Erkekler avlara daha az katılır ama genellikle avdan ilk yiyenler onlardır. Yavru bakımı büyük ölçüde dişiler tarafından yapılır, ancak erkekler yavruları rakip erkeklerden koruyarak dolaylı katkı sağlar.

·         Goriller: Baskın erkek (gümüşsırt), grubun lideri ve koruyucusudur. Dişiler ve yavrular üzerinde hak iddia eder ve grubu dış tehditlerden korur. Dişiler öncelikli olarak kendi yavrularının bakımıyla ilgilenirler.

·         Orangutanlar: Erkekler genellikle yalnız yaşar ve geniş bölgeleri kontrol ederler. Dişiler ise yavrularıyla birlikte yaşar ve yıllarca süren yoğun bir bakım sağlarlar. Erkek ve dişinin yolları sadece çiftleşme için kesişir.

·         Kunduzlar: Hem erkek hem dişi kunduz baraj ve yuva yapımına katılır, ancak bazı gözlemler dişilerin yuva içi düzenlemelerle, erkeklerin ise daha çok barajın yapısal bütünlüğü ve odun kesmeyle ilgilendiğini gösterir. Yavru bakımında her iki ebeveyn de rol alır.

·         Tavus Kuşları: Erkekler gösterişli kuyruk tüylerini dişileri etkilemek için kullanır (cinsel seçilim). Tüm yavru bakımı dişi tarafından yapılır.

 

Ama bizler insanız, hayvan değil. Hayvanlardaki bu rol dağılımı, insanlardaki gibi esnek veya kültürel olarak değişebilen "toplumsal cinsiyet" kavramından farklıdır; daha çok biyolojik cinsiyete dayalı içgüdüsel veya evrimsel olarak programlanmış davranışlardır.

 

Hayvanlarda cinsiyete dayalı roller var diye, hayvanlardan evrimleşip bilinç kazanmış, vicdan ve ahlak geliştirmiş, medeniyet inşaa etmiş olan insanlar, erkeği egemen kılan, kadını ikinci sınıf insan statüsüne iten, erkeğin kadına mobbing yapmasına neden olan “cinsiyete dayalı iş bölümünü” reddetmesi gerekmez mi?

 

Ataerkil, yani erkek egemen kültürünü hayvanlardan veya primat atalarımızdan miras aldığımızı düşünmüyorum. Bence 4-5 milyon yıl önce insansı atalarımız gruplar halinde yaşamaya başladığında ataerkillik hortladı ve kadına daha pasif bir rol biçildi.

 

Pek çok hayvan türü kendi grubuna ve bölgesine ait olmayan canlıların aralarına girmesini hoş karşılamazlar. Yabancıları korkutup kaçırmaya, hatta öldürmeye çalışırlar. En temel nedeni erkeklerin kendi genlerinin devamını garantiye alma içgüdüleridir. İkincil neden kaynakları paylaşmama isteğidir. Üçüncü neden egemenlik gösterisidir.  

 

Benzer davranışları günümüzdeki primatlarda da görüyoruz. Neden 10 milyon yıl öncesinin antik primatlarda da aynı davranışlar olmasın ki? Büyük bir ihtimalle antik primatların torunları olan Hominidlerde ve Homininilerde de grupçuluk ve bölgecilik vardı. (Antik primatlardan evrimleşmiş olan Hominidler 7,5 ila 5 milyon yıl önce yaşamıştı ve onlardan evrimleşmiş olan Homininler de 5 ila 2,5 milyon yıl önce yaşamıştı. Onlardan da 2,5 milyon yıl önce Homo insanı evrimleşti.) Yani insansı atalarımız topluluklarına dışarıdan ne dişi ne de erkek alıyorlardı. Bölgelerine girmeye kalkan türdeşlerini kovuyor veya katlediyorlardı.

 

İnsansı atalarımız olan Hominid ve Hominini dönemlerinde gruplar 15-20 kişiyi geçmiyor, bölgeleri de 100 kilometrekareyi aşmıyordu. Kapalı devre yaşamaları, yeterince bölge değiştirmemeleri sebebiyle içlerinden çok az yeni grup doğuyordu. Aşırı izole yaşamaları genetik zenginleşmelerini engelliyor, mutasyonları, dolayısıyla evrimleşmeyi baskılıyordu. Yine de 2,5 milyon yıl arayla Hominidlerden bir tür Homininiye ve onlardan da bir tür Homoya evrimleşebilmişti. 

 

İşte bu insansı atalarımız zamanında erkekler baskınlaşmaya, kadınlar da edilgenleşmeye başlamış olmalı. Homo cinsi insanlar tarih sahnesine çıktığında grupçuluk gelişirken, erkek egemenliği de pekişmiş gibi geliyor bana.

 

Evrimin doğal bir getirisi olarak Homo cinsi insanlar elbette atalarına göre daha becerikli ve daha zekiydiler. Onlarda toplu yaşam daha da gelişmiş gibi görünüyor. Homo insanları kurdukları topluluklarda daha fazla dayanışma içindeydiler. Birlikte avlanma ve toplama daha kollektif, daha düzenli yapılıyordu. Böylece daha iyi besleniliyordu. Çocuklara ve yaşlılara birlikte bakılıyordu. Grubun güvenliği ortaklaşa sağlanıyordu. İş paylaşımı başlamış gibiydi. Kadın ve erkeğin rolleri (uğraşları) birbirinden ayrışmaya başlamıştı. Bu dayanışma birbirlerine olan güveni, sevgiyi ve bağlılığı artırdı. Böylece topluluğun sayısı 50-60’lara çıkabiliyordu. Bölgecilik yerine de göçerlik başlamıştı. Göçtükleri yerlerde daha fazla beslenebiliyorlardı. Çünkü gittikleri her yer bakirdi, insan eli değmemişti ve bereketliydi. Her seferinde daha çok su, daha fazla av hayvanı, daha fazla meyve ve yemiş olan bölgeler bulmak için göçüyorlardı.

 

Küçük topluluklar (grup) halinde yaşamaktan daha büyük topluluklar (komün) haline geçişin sebebi bilinç düzeyinin (düşünebilme, plan yapma düzeyinin) artması olabilir. Veya tam tersi olarak, bilinç düzeyinin artması komünal yaşama geçişi sağlamış da olabilir.

 

Komünal hayatla birlikte aile kavramı da ortaya çıkmış gibi görünüyor. Hominid ve Homininilerin gruplarında baskın erkeğin pek çok eşi varken, diğer erkekler adeta kölelikle askerlik arasında bir yerdeydi. Spermleri bir işe yaramıyordu, bu yüzden genetik zenginlik olmuyordu. Homo cinsinin komünlerinde ise aileler vardı. Her erkek eş bulabiliyor ve çoğalabiliyordu. Bu durum genetik olarak zenginlik de getirmişti. Erkekler birbirine üstünlük sağlamayıp dayanışma gösteriyor ama ailelerinde üstünlük (reislik) taslıyordu. Artık her erkek ailesinin egemeni olmaya başlamıştı. Belki bu rolü kadınlar bile isteye kabul etmiş de olabilirler, bilemiyoruz.

 

Pek çok bilim adamı Homo cinsiyle birlikte erkeğin avlanmak için çok uzaklara gitmeye başladığını, kadının da “geçici yuvanın” etrafında en fazla bitki, meyve, yemiş toplayıcılığı yaptığını iddia etmektedir. Bu rol paylaşımı kadını edilgen ve erkeği egemen kılmaya başlamış olmalı. Ataerkillik böyle doğmuş olmalı.

 

Not: Tarih boyunca Homo cinsine ait insan türleri arasında hiç anaerkil topluluklar olmamıştır. Bazı bilim adamları bulguları farklı yorumlayarak geçmişte anaerkil topluluklar olduğunu zannetmiştir ama sonra onların teorileri çürütülmüştür.  Anlayacağınız Amazon kadınları da uydurma bir hikayedir. Öte yandan, hayvanlar aleminde anaerkillik bazı cinslerde vardır. Örneğin filler anaerkil gruplar kurarak yaşarlar. Yani gruplarının alfası bir dişidir. Tüm grup bu alfa dişiye tabiidir.

 

Anlayacağınız zorla veya iknayla kadını yuvanın hizmetçisi durumuna düşürmüş erkekler. Kadın zamanla kas gücünü kaybetmiş ve kabullenmiş bu rolünü. Ama daha fazla ezilmemek için de rolünü geliştirip erkekle eşit düzeye gelmeye çalışmış. Eli armut toplamamış yani. Karşı çıkarak değil güzellikle adam etmeye çalışmış erkeği. Bakımlı olmuş, güzel olmuş, seksi olmuş, şefkatli olmuş, fedakar olmuş. Kadının bu çırpınışları, çabaları karşısında bazı erkekler adam olmuş, bazıları adam olamamış. Adam olamayanların bazıları da kadın düşmanı olmuş. Kadını ezmiş, kadını dışlamış, kadını sınırlamış.

 

Erken dönem Homo insanları komünal yaşamın sağlıklı bireyler üretebilmesi için komün içinde daha çok kadın olması, bu mümkün değilse dış evliliklerin olması gerektiğinin bilincine varmış olmalılar (diğer bir deyişle akraba içi evliliğin zararlı olduğunu anlamış olmalılar). Bu yüzden komünlerini kalabalıklaştırdılar. Küçük komünler ise başka komünlerden dişi transferi yapmış olmalılar.

 

Erkekler açısından genlerin devamı için komüne dışarıdan erkek katılımı olamazdı ama diğer gruplardan kadın katılımı olmalıydı. Komünler arasında kadın takası veya kaçırması olmuş olmalı ki genetik tıkanma yaşanmadan komünler çoğalabilmiş ve mitoz bölünme-vari şekilde yeni komünler üretip yeni bölgelere dağılmayı başarmışlardır. Yeni kadınları komüne katmak, yeni kadınlardan çocuk yaparak komünün genetik zenginliğini sağlama isteği erkekleri baskınlaştırmış olmalı.  

 

Cinsiyet kaynaklı ırkçılığın tarihi Sapiensin tarihinden de eskidir anlayacağınız. Cinsiyete dayalı görev dağılımı aileyi ve topluluğu bir arada tutmayı başarmış ama kadını ikinci plana itme pahasına olmuş bu.

 

Bu durum Sapiens erkeğinin de işine gelmiş. Erkeksi çıkarları için kadının ezilmesini görmezden gelmiş, hatta daha da derinleştirmiştir. Taş devrinde olağanlaşan bu ırkçılık türü tarihi çağlarda (son 5 bin yılda) daha da şiddetlenmiştir.

 

Bu yazıyı okuyan erkekler, ırkçılık adına kadınlara neler yapmış olabiliriz ki, diye kendi kendilerine soruyor olabilir. Cevaplayayım.

 

Kadınların mülkiyet haklarını kısıtladık, mirastan mahrum bıraktık, oy kullandırtmadık, vatandaş görmedik, şiddet gören kadını “muhakkak kabahati vardır” diye suçladık, giyimine karıştık, kiminle evleneceğine karar verdik, başlık parasıyla sattık, tanıklığına güvenmedik, okumasına izin vermedik, okuyup bilim insanı olabileceğine inanmadık, işte verimli olamayacağına inanıp iş vermedik, iş versek bile erkeklerle aynı düzeyde maaş vermeyi uygun görmedik, pek çok mesleğe girmelerini engelledik, politika yapmalarını istemedik, politik lider olmalarını, dini lider olmalarını engelledik, yazdıklarını okumadık, söylediklerini dinlemedik, kadının yerinin özel alan (ev), erkeğin yerinin ise kamusal alan (iş, siyaset) olduğu düşüncesini yaygınlaştırdık, eve tıkmakla kalmadık bezden hapishanelere soktuk, erkeğe tabi gördük, cadılıkla suçlayıp diri diri yaktık, milli olan oğlumuzla gurur duyarken milli olmaması için kadını namus cinayetiyle baskıladık.

 

Kadınlara yaptığımız tüm bu kötülüklerin ırkçılık olduğunu düşünmedik. Bu yazdıklarıma katılmayan erkekler varsa bilsinler ki katıksız kadın düşmanıdırlar. Umarım kendilerini ıslah edebilirler, cinsiyetçi ırkçılıktan kurtulabilirler.

 

Atalarımızdan miras aldığımız ve genlerimize kadar işlenmiş cinsiyet kaynaklı ırkçılıkla mücadele etmeliyiz. Öncelikle böyle bir ırkçılığın varlığını kabullenmeliyiz. Sonra bu ırkçılığı ayıplamalıyız. Ardından da kadınlara yapılan her türlü ırkçılığı tek tek yok etmeliyiz. 

 

Fizyoloji Kaynaklı Irkçılık

 

Afrika’da yaşadığımız ve yayıldığımız dönemlerde (300 bin ila 100 bin yıl öncesi) başta yakın akrabamız olan Erektus ve Heidelberg insanlarına, sonra da uzak akrabalarımız olan Ergaster, Rhodesien, Bodoensi ve Naledi insanlarına rastladık. Bu insan türleri fiziksel olarak az da olsa bizden farklı görünüyorlardı. Bize göre boyları, enleri, yüzleri farklıydı. Deri ve kıl renkleri de farklıydı belki. Büyük bir ihtimalle bizden daha fazla kıllıydılar. El becerileri de bizim kadar iyi değildi. Yüzlerindeki mimik kasları da bizim kadar çok ve gelişmiş değildi. Bu yüzden duygularını da, niyetlerini de anlamakta zorlanıyorduk belki de. Kurdukları topluluklar küçüktü. Birbirleriyle dayanışmaları zayıftı. Bu farklılıklar karşılıklı olarak birbirimizi ötekileştirmeye yetmiş olmalı. Bu yüzden pek fazla kaynaşamadık onlarla. Kaynaşmadığımızın bir başka kanıtı, bu insan türlerinin genlerini hiç taşımıyor olmamızdır.  Onları kendimizden aşağı görmüş olmamız, aramızda etrafımızda olmalarını istememiş olmamız mümkün. Yani ufaktan ırkçılık yapmaya başlayıp, aşırıya kaçmış olabiliriz. Soyları devam etmediğine göre soylarını bizzat biz kurutmuş bile olabiliriz.

 

Evet, 120 bin yıl önce Afrika’nın tek sahibi Sapiensler olmuştu. Diğer türlerin Afrika’daki nesli “nasıl olduysa” tükenmişti. Artık Afrika sadece bizlerin (Sapiens’in) toprağıydı. 20 bin yıl boyunca Afrika’ya komünler halinde iyice yayıldık ve yaşadık. Av boldu, yiyecek boldu, su boldu. Rakipsizce tükettik. Çoğaldık. Ama içimizdeki ırkçılık hala yatışmamıştı. Başka türler yok olduysa kendi türdeşlerine kafayı takabilirdi Sapiens. Ve taktı da.

 

120 ila 100 bin yıl önceki zaman aralığında Afrika’da Sapiens komünlerinin sayısının artması ve bu komünlerin birbirinden farklılaşması komünler arası anlaşmazlığı da beraberinde getirmiş olmalı. Büyük bir ihtimalle anlaşamayan komünler birbirleriyle savaştılar, birbirlerini bölgelerinden kovdular. 

 

100 bin yıl önce sadece yiyecek aramak, yeni yerleşim yerleri keşfetmek, yeni toprakları sahiplenmek için Afrika’dan çıkmış olamayız bence. Irkçılık, yani gaddarlardan uzaklaşmak isteği de dünyaya yayılmamıza sebep olmuş olabilir.

 

Zaten tarih boyunca farklılaşan, dolayısıyla ötekileşen ve dışlanan topluluklar kendilerinden daha kalabalık olan diğer toplulukların ayrımcılığından, faşizminden, teröründen kurtulmak için hep göçmek zorunda kalmıştır. Türklerin orta Asya’dan göçmesinin sebebi Çinlilerin ırkçılığıdır mesela. İspanyol Yahudilerinin 1492’de Osmanlıya göçmelerinin nedeni de zorla Hristiyanlığa geçmeleri istenmesidir mesela.

 

Öyle ya da böyle yaklaşık 100 bin yıl önce Afrika’dan ilk olarak Ortadoğu’ya, sonra güney Asya’ya, Anadolu’ya, Kafkasya’ya, ardından orta ve doğu Asya’ya, Avustralya’ya, sonrasında Avrupa ve Kuzey Amerika’ya ulaşmışız. 70 bin yıl süren göçlerle tüm dünyaya yayılmışız.

 

Yalnız Afrika’dan dünyaya yayılın Homo cinsine ait ilk insan türü biz Sapiensler değiliz. Ergaster, Erektus ve Heidelberg insanlarından bazı komünler bizden yüz binlerce yıl önce Afrika’dan çıkıp Avrupa ve Asya’ya yayıldı. Hatta oralarda onlardan Georgicus, Antecessor, Cepranen, Neandertahl, Denisovan, Longi, Florensiens ve Luzonen insanları türedi. Saipens Afrika’daki diğer türleri yok edip Afrika dışına çıktığında yine diğer türlerle karşılaşmış oldu.

 

Dünyanın farklı bölgelerinde karşılaştığımız diğer insan türleri de fizyolojik olarak bizden farklılardı. Yani görünüşleri farklıydı. İletişim şekilleri farklıydı. El becerileri ve zekaları farklıydı. Kurdukları topluluklar küçüktü. Dayanışmaları azdı. Nüfusları neredeyse sabitti.

 

Başlarda bu diğer insan türlerine merhaba demiş olabiliriz, ama zamanla fiziksel farklılıklarıyla dalga geçmişizdir, sonra da ırkçılık yapmaya başlamışızdır gibime geliyor bana. Atalarımız onları gasp etmiş veya asimile etmiş olmalılar. Diğer Homo cinsine ait türlerin genlerini az taşıdığımıza göre, onlarla evlenmek yerine onları yok etmiş olma ihtimalimiz daha büyük. “Asmayalım da besleyelim mi” demiştir muhakkak birileri, sonra da arkası gelmiştir (şaka şaka, o dönemde daha konuşamıyorduk). Yok etmemiş olsaydık, şu anda dünyada onlarla birlikte yaşıyor olabilirdik.

 

Sapiensin ırkçılığı karşısında diğer türlerin nasıl dehşet içinde kaldıklarını, nasıl terörize olduklarını hayal edebiliyorum.

 

Afrika’da başka insan türü bırakmadığımız gibi, 80 bin yıllık süreçte dünyada da başka insan türü bırakmamışız. Yaklaşık 20 bin yıldır dünyadaki tek insan türüyüz.

 

Elbette diğer insan türlerini tarih sahnesinden dışarı ittikten sonra, bu sefer türdeşlerimize sarmışız. Çünkü çağlar boyunca Sapiens komünleri arasında da fiziksek farklılıklar oluşmaya başlamış.

 

Dünyaya yayılma sürecinde gittiğimiz coğrafyaların özelliklerine göre bedensel olarak farklılaşmaya başlamışız. Sapiens topluluklarından bazılarının boyları uzamış, bazılarının boyları kısalmış, bazılarının deri rengi açılmış, bazılarının deri rengi kızıllaşmış, bazılarının saç rengi değişmiş, bazılarının göz rengi değişmiş, bazılarının kafatası şekli değişmiş, bazılarının yüz yapısı değişmiş, bazılarının kılları azalmış. Bazılarının IQ’su artmış. Kullandıkları aletler farklılaşmış. Sapiens komünlerinin refah düzeyi de elbette birbirinden farklılaşmış. Sonuçta dünyanın dört bir tarafında görünüş ve kültür olarak birbirine benzemeyen insan (sapiens) toplulukları oluşmuş.

 

Kendimizden farklı görünüşü olan Sapiensleri de sevememişiz, onlara da ırkçılık yapmışız. Onları da kovmuşuz, gasp etmişiz, katletmişiz.

 

Türdeşlerimizle dalaşmamızı neden mi ırkçılığa bağlıyorum?

 

20 bin yıl önce tüm dünyaya yayılmayı başarabilmiş olan sapienslerin nüfusu henüz 1 milyona bile ulaşmamıştı. 20 bin yıl önce her yerde yenebilecek hayvanlar, bitkiler, meyveler, ve yemişler vardı, her yer temiz su kaynaklarıyla doluydu. İnsanoğlu göçtüğü her bölgede rahatça beslenebiliyor ve çoğalabiliyordu. Tek zorluk soğuk iklimdi. Ayrıca 2,5 milyon yıl önce başlamış olan buzul çağının sonlarına da gelinmişti. Buzullar kutuplara doğru iyice gerilemişti ve yeni bereketli topraklar insanlara açılmıştı. Kısacası avcı toplayıcı ve göçen insan için beslenme derdi yoktu. Çünkü nüfusu az, kaynakları çoktu. Kimse kimsenin yiyeceğine muhtaç değildi, zira yiyecek stoklanmıyordu. Bu kadar bol olan kaynağı paylaşamayıp savaşmak düpedüz aptallıktı ve riskti. Öldürmeye giderken öldürülebilirdin de. Üstünlük sağlayabileceğin bir silah da yoktu. En gelişmiş silah taş, sopa, taş balta, mızrak ve oktu. Tüm Sapiens topluluklarından bunlar vardı. Buna rağmen Sapiensler birbirlerine saldırdılar. Bunun nedenini ırkçılığa bağlamak bana mümkün gibi geliyor.

 

Başlarda bu türdeş insan (Sapiens) toplulukları arasındaki mesafe fazla olduğu için birbirleriyle pek fazla karşılaşmamışlar, kaynaşmamışlar ve dalaşmamışlar. Bu izolasyon topluluklar arasındaki farklılığı artırmış olmalı. Ayrıca her topluluk kendi izole bölgesinde kaynakların ve olanakların izin verdiği ölçüde optimum nüfusa ulaşmış, artan nüfusun içinden bazı gruplar koparak göçmüş, göçtükleri yerlerde diğer topluluklara rastladıklarında ya kaynaşmışlar ya da dalaşmışlar. Antik atalarımızın birbirleriyle dalaştıklarını kemik ve DNA kalıntılarından anlayabiliyoruz. (Buna dair kanıtları yazının daha önceki bölümlerinde sunmuştum.)

 

Bence o dönemdeki insanlar arasındaki dalaşma nedeni kaynak paylaşımı veya kız kaçırma husumeti değil, ırkçılıktı. Kendisinden olmayana duyulan nefretti. Bu nefret öylesine tatlıydı ki, öldürmek çok cazipti. (Günümüzde bazı beyaz tenli insanların siyah derililere, çekik gözlülere duyduğu nefretin bir benzeri pek ala o zamanlarda da olmuş olmalı. Çünkü o zamanlar fizyolojik farklar daha da belirgindi.)

 

Bu nedenlerle fizyoloji temelli ırkçılığın 2,5 milyon yıldır var olduğunu iddia ediyorum. Özellikle 300 bin yıldır tarih sahnesinde olan Sapiens sayesinde fizyoloji kaynaklı ırkçılığın daha da artmış olabileceğini ve diğer türlerin yok olmasında önemli rol oynadığını iddia ediyorum. Mutasyon gereği görünüşsel farklılığa sahip olan Sapiens toplulukları da birbirine fizyoloji kaynaklı ırkçılık yapmaya devam etmişlerdir diye düşünüyorum.

 

Özellikle Sapiens toplulukları kalabalıklaştıkça genetik zenginlik için diğer toplulukların kadınlarına ihtiyaç duymamışlar, bu yüzden diğer topluluklarla aralarına set çekmek için birbirlerini tu-kaka ilan etmişlerdir diye düşünüyorum. Kendi topluluklarını bir arada tutmak (konsolide etmek) için diğer toplulukların görünüşsel farklılıklarını kötülemişlerdir gibi geliyor bana. Bu kötüleme fizyolojik ırkçılığı daha da köpürtmüştür. Bu akıl yürütmeyi elbette son bin yıldaki ırkçılığın tarihine bakarak yapıyorum.

 

Taş devri ırkçılarının torunları da bugün siyah derililere, çekik gözlülere takık. Fiziksel görünüşü farklı olanlara karşı mobbing hala devam ediyor. Fiziksel görünüşünden dolayı eziyet görenlerin, dış görünüşünden dolayı ırkçılığa maruz kalanların ahını yerde bırakmamak için fizyoloji kaynaklı ırkçılıkla da kararlı bir şekilde mücadele etmemiz gerekiyor.

 

Not: Gözlemlerime göre vatanlarının dışına çıkanlar (veya dışlananlar) gittikleri yerlerde genellikle başarılı olurlar. Antik çağlarda da böyle olmuş gibi görünüyor. Farklılığından dolayı dışlanan atalarımız göç ettikleri (insan eli değmemiş) yeni yerlerde daha iyi medeniyetler kurmuş gibi gözüküyor. Baksanıza Afrika’dan çıkmayan atalarımızın torunlarının bugünkü durumu hiç de iyi değil. Ortadoğuluların hali Afrikalılardan iyi. Asyalıların hali Ortadoğululardan iyi. Avrupalıların hali Asyalılardan iyi. Kuzey Amerikalıların hali Avrupalılardan iyi. Ne ilginçtir ki, Afrika’dan önce Ortadoğu’ya, sonra oradan Asya’ya, sonra da oradan Avrupa’ya, epey daha sonra da oradan Kuzey Amerika’ya göçtük. Güney Amerika’yı ve Avustralya’yı hesaba katmazsak sanki bir patern (örüntü) varmış gibi duruyor. Göçenler daha üstün medeniyet kurabiliyor. Bu örüntü doğruysa Marsa göçecek olan torunlarımız dünyadaki torunlarımızdan daha iyi yaşayacak diyebiliriz 😊.

 

Dil Kaynaklı Irkçılık

 

Dünyanın dört bir tarafında dağılmış antik atalarımız farklı bölgelerde dil geliştirmeye başladılar. 70 ila 35 bin yıl öncesinde başta nesnelere isimler vermekle başladılar. Sonra bazı temel eylemlere (fiillere) isimler vermeye başladılar. Farklı bölgelerde yaşayan insan toplulukları aynı nesne ve fiillere farklı isimler vermeye başlamışlardı. Ama cümle oluşturacak gramere henüz sahip değildiler. Henüz akıcı konuşmaya geçemeden yeniden bölünmeler ve göçler oldu. Birbirinden uzaklaşan gruplar gittikleri yerlerde dillerini geliştirmeye devam ettiler. Elbette bu proto diller birbirinden farklıydı. Yaklaşık 35 bin yıl önce bugünkü gibi konuşma evresine geçildiğinde dünyada otuz bine yakın proto dil vardı. Bu proto dillerin yarıdan fazlası 5 bin yıl önce yok oldu. Ayakta kalanların ise sadece 6 bini günümüzde de konuşuluyor. Ama 8 milyarlık dünya nüfusunun üçte ikisi sadece 10 dili konuşmaktadır. Üçte biri 6 bine yakın diğer dilleri konuşmaktadır. Yüz yıl içerisinde dünyada konuşulan dil sayısının 100’e kadar ineceği tahmin edilmektedir.  

 

Elbette ortaya çıktığından beri dil en büyük ayrışmaydı. Aynı dili konuşanlar birbirine kenetlenirken farklı dili konuşanlar ötekileştiriliyor, dışlanıyor, hatta yağmalanıyordu. Artık başka dilde konuşan insanlar doğuştan düşman gözüyle görülüyordu. Onlardan uzak durmalı, onları uzaklaştırmalıydı. Bunu topluma aşılamak için insanların beyni çocukluktan itibaren yıkanmaya başlanmıştı.

 

Yabancılar, yani dilini anlamadığımız insanlar kötüdür. Onları aramıza sokmayın. Yabancılardan her türlü kötülük, her türlü hastalık, her türlü lanet gelir. Onlar aramıza girerse atalarımız mezarlarında ters döner, ruhlar küser, tanrılar terk eder” diyordu zamanın ırkçıları. Onlara göre; farklı dili konuşanların mallarına, hayvanlarına, eşlerine, çocuklarına el konulabilirdi. Farklı dilleri konuşanların canları alınabilirdi. 

 

Dil ile gelen ayrışma terör estiriyordu. Başka dili konuşanlar yağmalanabilir, öldürülebilirdi. Bu mübahtı, hatta sevaptı. Her topluluk her an başka bir dil konuşan topluluklar tarafından istila edilebilir ve katledilebilirlerdi. Antik atalarımız korku içinde yaşadılar ve yaşattılar.

 

Emperyalizm, yani farklı dilleri konuşan milletleri fetheden imparatorluklar dil kaynaklı ırkçılığın en ağır biçimde yaşandığı yerlerdi. Başlarda fethettikleri bölgenin insanlarına kendi dillerini konuşma hakkı tanıyan imparatorluklar zamanla merkezi halkın dilini dayatmaya başladılar. Bazı milletler asimile olup dil değiştirirken, bazıları dillerini yaşatmakta direndiler. Direnenlere karşı ayrımcılık, zulüm ve soykırım uygulandı.

 

İlla imparatorluk olması gerekmiyor, pek çok küçük ülkede farklı ana dile sahip halklar olabiliyor. Çoğunluk olanlar azınlıkları küçümseyebiliyor, dışlayabiliyor, demokratik haklarını ellerinden alabiliyor, dillerini ve kültürlerini yaşatmalarına izin vermiyor, asimile olmalarını istiyor. Bu ülkelerde ırkçılık en çok milliyetçilik ideolojisinin içinde gizleniyor, faşizmini milliyetçiler eliyle yürütüyor.

 

Elbette bu ırkçı yaklaşım ve uygulamalar pek çok acının yaşanmasına sebep olmuştur. Bir ülkede farklı dil konuşan halklar varsa ve azınlık olanlar asimile olmuyorlarsa o ülkenin bölünme ihtimali büyüktür. Çünkü bu tür ülkelerde dil genellikle altta yatan siyasi, ekonomik, dini veya etnik çatışmaların bir yansıması, sembolü veya aracıdır. İnsanlar sadece farklı dil konuştukları için birbirlerine düşman olmazlar; ancak dil, "biz" ve "onlar" ayrımını keskinleştirmek, milliyetçi duyguları harekete geçirmek ve baskı politikalarını meşrulaştırmak için kullanılır.

 

Not: Asimile olmak kötü değildir, asimilasyon politikaları uygulamak kötüdür. İngilizce konuşanların %80’inin ataları başka milletlerden asimile olmuştur. Bunu tarihe bakarak da genlere bakarak da anlayabiliyoruz. Aynı şekilde bugün kendini öz be öz Türk zannedenlerin %70’inin ataları da başka dili konuşan milletlerden gelmektedir. Asimile olmak ayıp değildir, asimile olmaktan korkmaya gerek yoktur, önemli olan insan kalabilmektir. Önemli olan asimile etmeye çalışmamak, kendiliğinden sizin dilinize katılmaların olmasını sağlamaktır. Irkçılık asimilasyon sağlamaz, tam tersine ırkçılığa uğrayanların dillerine daha fazla sarılmalarına neden olur. Irkçı topluluklar zengin ve cazip bir kültür asla geliştiremez, asimile etmeye çalışırken de asimile olurlar. Anlayacağınız zorla güzellik olmaz.

 

Aynı dili konuşanlar kendilerini koruyacak devletler kurdukça, sınırlar çizildikçe, her ülke kendini koruyacak savunma silahlarına ve kuvvetlerine sahip oldukça, uluslar arası anlaşmalar sağlandıkça, ülkeler arasındaki ticaret geliştikçe, insan hakları kabul gördükçe, medeniyet arttıkça yabancılara, başka dili konuşan topluluklara olan düşmanlık biraz dizginlendi. Ama tamamen elbette ortadan kalkmadı. Sınır anlaşmazlıkları, toprak anlaşmazlıkları, birbirlerindeki soydaşlarına yapılan eziyetler ve daha pek çok nedenden dolayı düşmanlıklar devam etmektedir. Hala pek çok ülke pek çok komşusunu ortadan kaldırmak veya bir kısmını (soydaşlarının olduğu bölümü) ilhak etmek için can atmaktadır.

 

Dil kaynaklı ırkçılık pek çok millette tarihi travmalar oluşturmuş, ezeli düşmanlıklar geliştirmesine neden olmuştur. Atalarının diğer milletlerden gördüğü zulmün intikamını bugün dahi almak isteyen milliyetçilerle doludur dünya.

 

İki farklı dili konuşan Fransızlar ve Almanlar yüzyıllar boyunca birbirlerine karşı ırkçı davranmışlar ve birbirleriyle savaşıp, birbirilerini istila ederek ve karşılıklı toplu katliamlar yaparak tarihsel travmalar yaşamışlardır. En son travmayı da ikinci dünya savaşında birbirlerine yaşatmışlardır. Ama onların günümüzdeki torunları birbirlerine olan kini ve travmaları aşıp bugün birbirleriyle dost olmayı ve işbirliği yapmayı başarmışlardır.

 

Dil kaynaklı ırkçılıkla mücadelenin en önemli silahları demokrasidir, eşitliktir, hak, hukuk, adalettir. Bunlar sağlanırsa farklı dile sahip her halk bulundukları ülkede kendilerini birinci sınıf vatandaş görecek, dışlanmamış hissedecek, ayaklanmayacak, özerklik istemeyecektir.

 

Dil kaynaklı ırkçılıkla mücadele için elbette (ve de mümkünse) farklı dile sahip (ve en az 5 milyonluk bir nüfusa sahip) her topluluğa bir ülke kurmalarını sağlamak olmalıdır bence. (Elbette bir ülkeleri varsa ve o ülkelerine göçme imkanları varsa hiçbir etnik gruba nüfusu ne kadar kalabalık olursa olsun bulundukları ülkenin içinde özerklik verilmesini veya ülke kurulmalarını önermiyorum burada.)

 

Dil kaynaklı ırkçılıkla, radikal milliyetçilikle mücadele edilmezse halklar maalesef huzur da bulamaz, huzur da vermez.

 

Din Kaynaklı Irkçılık

 

Irkçılık yapmak için fizyolojik ve dilsel farklılıklar yetmezmiş gibi, güya iyiliğin koruyucusu ve yayıcısı olması beklenen dinler de ırkçılığın kaynağı olmuşlardır.

 

Bilim adamlarının tahminlerine göre insanlar 70 bin yıl önce inançlar geliştirmeye başladılar. Önce insanın ruhu olduğuna inandılar. İnsan ölünce ruhun ölmediğine bizlerle birlikte yaşamaya devam ettiğine inandılar. Atalarının ruhlarına taptılar. Zamanla volkanların, nehirlerin, şimşeklerin, ormanların, hayvanların da ruhu olduğuna inandılar.  Onlara adaklar adadılar, kurbanlar verdiler. Gel zaman git zaman birileri bu ruhları tanrılaştırdı. Pek çok tanrıları oldu. Herkes kendi inandığı tanrıları yüceltiyor, diğerlerinin tanrılarına burun kıvırıyordu. Birbirlerinin tanrılarını sahiplenenler veya başka isimlerle ithal edenler de oldu. Tanrı enflasyonu yaşandı. Tanrıları yarıştırmaya başladılar. Benim tanrılarım senin tanrılarını döver, benim inancım senin inancını ham yapar benzeri inatlaşmalar ayrımcılığa dönüştü. En iyi en kudretli tanrıyı bulmaya (ilan etmeye) çalıştılar. Nesiller sonra bazı toplulukların aklına tanrıların içinden birini yüce/baş tanrı yapmak geldi.  Bir başka nesil ise o yüce tanrıyı tek tanrı yaptı, diğer tanrıları yok saydı. Tüm bunlar olurken de kendi inancına inanmayanları tu-kaka yaptılar, ötekileştirdiler, dışladılar, kovdular, dövdüler, öldürdüler. Benim inancıma inanmıyorsan ölmelisin diye düşündüler.

 

Eski çağlarda bilim olmadığı için bilinmeyene açıklama getirmek sezgilere veya uydurmalara dayalıydı. Bilinmeyene getirilen açıklamalardan birine inanırdınız. Sonra da bu inancınızı kemikleştirir, yani dogmalaştırırdınız. Nesilden nesile geçen bu dogmalara da iman edilirdi. Birileri bir zamanlar meleklerin var olduğuna inanır, nesiller bu inancı dogmalaştırır, bir din de bunu imanlaştırırdı. İmanlaşan bir bilgi artık geri alınamazdı. Siz bilimsel kanıtlar sunsanız da çürütülemezdi.

 

Bilimin gelişmediği dönemlerde palazlanan dinlere göre; dünya düzdü, evren 4 bin yıl önce 6 günde yaratılmıştı, kadın erkeğin kaburgasından yapılmıştı, erkeği de tanrı çamurdan yaratmıştı, güneş de dünyanın etrafında dönerdi. Bilim adamları bunların aksini kanıtlasa da geçmişin kutsal bilgisinden dönmek olmazdı. Çünkü dini yaşatan inattı. Bu inadı sürdürebilmek için savunmada kalınamazdı, saldırıya geçilmeliydi. Dindeki ırkçılığın bir sebebi de dinsel (kutsal) bilgilere yapılan eleştirilerin sesini kısmak içindi. Kim ki evrim var diyordu, dışlanmalıydı, öldürülmeliydi. Kim ki kutsal kitaplarda yazan saçmalıkları, akıl ve bilim dışılıkları anlatıyor, sesi kısılmalı, öldürülmeliydi. Dinler birleştirici değil, artık ayrıştırıcıydı.

 

Hemen her dinde, kendinden olmayanı kafirlikle yaftalamak vardır. Kafirlere zulüm mubahtır, helaldir.

 

Hemen her dinde bazı dini yorumlar, kendi takipçilerinin Tanrı tarafından "seçilmiş" veya diğerlerinden üstün olduğu fikrini vurgular. Bu tür inançlar, diğer grupları aşağılama veya onlara hükmetme hakkını kendinde görme eğilimini besler.

 

Dinler hakikatin peşinde değil, dogmaların peşindeydi. Dindarlar tanrıya iman etmiyor, dogmalara iman ediyordu. Bu da din kaynaklı ırkçılığı daha da derinleştiriyordu.

 

Binlerce yıl boyunca dini ırkçılık insanlığa kan kusturdu ve gerilemesine neden oldu. Özellikle en baskıcı olanları tek tanrılı dinlerdi. Kimi bilim adamlarına göre tek tanrılı dinler insanlığın gelişimini en az bin yıl geriletti. Bu tespit; uçaklar, arabalar, telefon, bilgisayar ve son 100 yılda icat edilmiş her şey bin yıl önce icat edilebilirdi anlamına geliyor. Tek tanrılı dinler olmasaydı belki ırkçılık çoktan ortadan kalkacak, insanlık da bugün çok başka bir medeniyet seviyesinde olacaktı.

 

Birçok dinin temel öğretilerinde sevgi, kardeşlik, eşitlik ve merhamet gibi evrensel değerler bulunur. Ancak bu metinler ve öğretiler, zaman içinde insanlar tarafından farklı şekillerde yorumlanmış, politik veya kişisel çıkarlar doğrultusunda manipüle edilmiş ve maalesef ayrımcılığı ve nefreti meşrulaştırmak için kullanılmıştır.

 

Din, günümüzde de güçlü bir kimlik ve aidiyet unsurudur. "Biz" (aynı inanca sahip olanlar) ve "onlar" (farklı inanca sahip olanlar veya inançsızlar) ayrımı hala vardır. Din temelli ayrışma hala devam etmektedir.

 

Hatta aynı din içindeki mezhepsel ayrışmalar, aynı mezhep içindeki tarikatsal ayrışmalar, aynı tarikat içindeki cemaatsel ayrışmalar, aynı cemaat içindeki kutuplaşmalar da artarak devam etmektedir. Dinler tam anlamıyla insanları bölmekte ve birbirine düşman etmektedir.

 

Dinlerdeki ayrışma hep aynıydı. Her dinin içindeki küçük cemaatler, önce birbirlerine üstünlük sağlamaya çalıştı, üstün gelen cemaat kendini tarikat ilan etti ve diğer tarikatlara kafa tuttu, yenecek tarikat kalmayınca kendini mezhep ilan etti, diğer mezheplerle ters düşünce de kendini din ilan etti. (Pek çok ilahiyatçıya göre Hristiyanlık Yahudiliğin bir mezhebi idi, İslam da Hristiyanlığın bir mezhebi olarak başladı.)

 

Ayrışmak çok iyiydi. Ayrışarak kendine ait bir grup oluşturabiliyor, o grubu sağarak büyüyebiliyor ve daha büyük kaynaklara ulaşarak daha da büyük bir grup olabiliyordun. O zaman ayrış ayrışabildiğin kadar. Aynı dinden olsan da diğer cemaatleri incir çekirdeğini doldurmayacak argümanlarla kötüleyip, katli vacip hale getirebiliyordun. Aynı tanrıya inandığın dinleri ezeli ve ebedi düşmanın, şeytanın kulları olarak yaftalayıp, çok tanrılı dinlere sesini bile çıkarmayabiliyordun. Çünkü cemaatini çok tanrılı dinlere kaptırmayacağın kesindi ama aynı tanrıya inandığınız diğer dinlere kaptırabilirdin.

 

Din kaynaklı ırkçılığa ve sonuçlarına bakınca dinlerin Tanrı işi değil de şeytan işi olduğundan şüphelenmemek elde değil. Çünkü hemen her dinde şeytanın görevi insanları birbirine düşürmek olarak açıklanmıştır. Dinler de binlerce yıldır maalesef bunu yapmaktadır.

 

İnsanları birbirine düşüren en temel dürtü ırkçılık olduğuna göre dinler ırkçılığı körüklemek yerine söndürmeleri gerekmez miydi?

 

Bence içinde Tanrı sevgisi ve korkusu olan gerçek bir dindar şöyle düşünmelidir; “Bu dünyada bu kadar farklı topluluk varsa, bu muhakkak Tanrı’nın isteği ile olmuştur. Bu farklı topluluklara ve farklı gruplara öfke duymam, onları dışlamam Tanrı’nın planına çomak sokmaya çalışmam demektir.  Oysa ki; Tanrı’nın planına çomak sokmaya çalışan tek varlık şeytandır. Farklılıklara ve bizden farklı olan topluluklara düşmansam Şeytana hizmet ediyor olmalıyım. Belli ki; Tanrı farklılaşmamızı isterken Şeytan tek tipleşmemizi istiyor. Tanrı farklı topluluklarla barış içinde yaşamamızı istiyorken, Şeytan farklı toplulukların birbirine düşman olmasını istiyor besbelli. Tanrının sınavlardan birisi de farklılıklarla yaşamayı başarabilmek olmalı. Bu yüzden artık ırkçılığın her türlüsüne tövbe ediyorum. Benim gibi inanmayan, benim cemaatimden olmayanlara artık düşmanlık yapmayacağım, onları ayıplamayacağım, onları aşağılamayacağım, onlardan uzaklaşmayacağım. Onların farklılıklarını kabullenerek, onlara da yaşam alanı açarak, beraberce yaşayacağım. Farklılıklar içinde huzur vererek ve barış içinde yaşamayı başararak Tanrı’nın sınavından başarıyla çıkacağım. Umarım ırkçı düşüncelere sahip olan diğer dindarlar da benim gibi gerçeği görür. Umarım kendi cemaatlerinin düşünce ve kurallarını tüm dünyaya hakim kılmaya çalışmazlar. Umarım diğer cemaatlerin insanlarına, laiklere, Hristiyanlara, Yahudilere, Hindulara, Budistlere ve diğer dinlerden olanlara ve dahi dinsizlere düşman olmayı bırakırlar. Umarım Şeytan tarafından dini öğretilerimize girmiş ırkçı söylem ve uygulamaların farkına vararak, ırkçılıktan dönerler. Farklılıklara düşman olan Tanrı’ya da düşmandır.

 

Din kaynaklı ırkçılıkla mücadelenin en büyük silahı laikliktir. Laikliğin olmadığı yerde din yozlaşır, sertleşir ve cellatlaşır. Sadece kendisinden olmayanlara değil, kendisine de zarar verir. Bu yüzden dindarlar dinlerinin canavarlaşmasını engellemek için laikliği kendileri istemesi gerekir.

 

İdeoloji Kaynaklı Irkçılık

 

Kısaca ideoloji hayat görüşüdür. İnsanlığın son zamanlarında ortaya çıkmıştır.   

 

1789 Fransız ihtilali ile başlayan yakın çağ ile birlikte artık her insan ideologdur, yani belli belirsiz olsa da bir ideolojisi vardır. Ama bazı insanların ideolojileri daha kapsamlı ve daha olgundur. Bu yüzden benzer ideolojiye sahip insanlar tarafından da sahiplenilir. Hatta bu insanlar bir araya gelerek ideolojilerini daha güçlü teorize ederler ve yaygınlaşmalarını sağlarlar.

 

Ortak ideolojiler genellikle belirli bir toplumsal düzeni anlamak, tanımlamak, savunmak veya eleştirmek için kullanılan fikir ve inançlar bütünüdür. İdeolojiler, siyasi, ekonomik, kültürel veya dini temelli olabilir ve insanların bireysel ya da toplumsal kararlarını etkiler.

 

Liberalizm, muhafazakârlık, sosyalizm, komünizm, faşizm gibi siyasi (politik) ideolojiler olabileceği gibi kapitalizm, Marksizm, anarşizm gibi ekonomik İdeolojiler, feminizim, çevrecilik, gibi kültürel ideolojiler de olabilir. Şeriatçılık, mezhepçilik ve benzerleri de dini ideoloji olarak görülebilir. 

 

Bir ideolojinin savunucuları elbette ileri gidebilir ve kendi ideolojilerini başkalarına dayatabilir. Nitekim tarih boyunca bu pek çok kez görülmüştür ve günümüzde de halen görülmektedir.

 

İdeoloji kaynaklı ırkçılık, belirli bir siyasi, sosyal veya ekonomik ideolojinin temelini oluşturan veya bu ideoloji tarafından meşrulaştırılan ırkçılık türüdür. Bu tür ırkçılıkta, önyargı ve ayrımcılık sadece kişisel duygular veya cehaletten kaynaklanmaz; bunun yerine, dünyayı anlama ve organize etme biçimi olarak sunulan yapılandırılmış bir inanç sisteminin parçasıdır.

 

İdeoloji kaynaklı ırkçılığı en çok siyasette görüyoruz. Politik sebeplerle sağcılar ve solcular birbirlerinden nefret ederler. O yetmedi dinciler ve laikler birbirlerinden nefret ederler.  

 

Kısaca ele almış olsak da günümüzde ülkelerin içindeki en büyük ayrışma siyasi görüşler üzerindedir. İktidara gelen bir siyasi taraf diğer siyasi tarafları baskı altına almaya, öcüleştirmeye, yok etmeye çalışmaktadır.

 

İdeoloji kaynaklı ırkçılıkla mücadelenin en önemli silahı hoşgörüdür. Topluma ve çocuklarımıza hoşgörülü olmayı eğitimle ve sanatla anlatabilirsek ideolojik ırkçılığı geriletebiliriz.

 

Irkçılıkla Mücadele

 

Irkçılık maalesef her insanda farklı düzeyde vardır. Irkçılıkla mücadele eden insanlar bile pek çok konuda gizli ırkçıdır ama farkında değildir. Veya farkındadır ama ırkçılığını baskılıyordur. En hoşgörülülerimizin içindeki bastırılmış ırkçılık bile her an hortlayabilir.

 

Bu yüzden ırkçılıkla mücadele bitmez. Irkçılığı en zayıflattığınız anda, en gerilettiğiniz yerde dahi ırkçılıkla mücadelenize devam etmeniz gerekir.

 

Irkçılığı tamamen yok etmek çok iddialı ve uzun vadeli bir hedef olsa da, onu azaltmak, etkisizleştirmek ve geriletmek için bireysel, toplumsal ve kurumsal düzeylerde atılabilecek birçok önemli adım vardır. Bu, sürekli çaba, farkındalık ve kararlılık gerektiren çok yönlü bir mücadeledir.

 

Irkçılıkla mücadele, toplumsal, eğitimsel, kültürel ve yasal düzeyde çok yönlü çabalar gerektirir.

 

Irkçılığa karşı güçlü yasaların uygulanması, ayrımcılıkla mücadelede önemli bir adım olacaktır. Irkçılığa kaynaklık edecek her türlü adım, her türlü düşünce yasalarla baskılanmalıdır. Farklılıkları koruyacak yasalar çıkarılmalıdır.

 

Okullarda, üniversitelerde ve topluluk merkezlerinde ırkçılık, eşitlik ve insan hakları konularında eğitim programları düzenlenmelidir. En vahşisinden en masum görünenine kadar tüm ırkçılık türleri ifşa edilmeli, yarattığı tahribat anlatılmalı, ayıplanmalı ve uzak durulması gerektiği konusunda konsensüs oluşturulmalıdır.

 

Gençlerimize, farklılıklara saygı duyması, farklı olandan korkmaması ve uzaklaşmaması, tam tersine farklı olanı kucaklaması, hoşgörmesi gerektiği öğretilmelidir. Eğitimle, sanatla, sporla, etkinliklerle ırkçılık geriletilebilir.

 

Medyanı ırkçı dili bırakması sağlanmalı, medyada çok sesliliğe yer verilmelidir. Medya toplumun tüm kesimlerini kapsayacak şekilde yayın yapmalıdır. Medyaların ırkçılığa hizmet edecek şekilde tarafgir yayın yapması engellenmelidir.

 

Irkçılık konusunun açıkça, saygılı bir şekilde konuşulabildiği platformlar oluşturulmalıdır. Mecliste her kesim temsil edilebilmelidir. Bunun sağlanabilmesi için seçilme barajı %1’e düşürülmelidir.

 

Irkçılıkla mücadele eden ve veya demokrasiye katkıda bulunan STK’lar desteklenmeli, ırkçılığa neden olan ve veya demokrasiyi kabullenmeyen, baltalayan STK’lar kösteklenmelidir.

 

Kamu kurumlarında fırsat eşitliği olmalı, toplumun her kesiminden insan istihdam edilmelidir. Liyakata göre terfi sağlanmalı, terfilerde ırkçılık yapılmadığı güvence altına alınmalıdır.

 

İnsan hakları, adalet, hukuk, laiklik, demokrasi ve eşitlik adına gerek insanlığın, gerekse ülkemizin kazanımlarına gözümüz gibi bakmalı, onları korumalıyız.  Asla onlardan taviz verilmesine izin vermemeliyiz.

 

Elbette ırkçılıkla en iyi mücadele, bireylerin ırkçılıkla ilgili kendilerini eğitmeleridir. (Bu tip yazıları okumalarıdır mesela)

·         Kendini Eğit: Irkçılığın tarihi, farklı biçimleri (açık, gizli, kurumsal, sistemik), önyargıların nasıl oluştuğu ve işlediği hakkında oku, araştır, öğren. Farklı kültürler ve deneyimler hakkında bilgi edin.

·         Önyargılarını Tanı: Herkesin bilinçli veya bilinçsiz önyargıları olabilir. Bunların farkına var, nereden kaynaklandığını sorgula ve aktif olarak mücadele et.

·         Ayrıcalıklarını Anla (varsa): Eğer egemen veya ayrıcalıklı bir gruba mensupsan (örneğin, beyaz olmak, iktidarın yandaşı olmak, belirli bir etnik kökenden olmak vb.), bunun sana sağladığı avantajların ve başkaları için yarattığı dezavantajların farkında ol.

·         Dinle ve Empati Kur: Irkçılığa maruz kalan insanların deneyimlerini savunmaya geçmeden, yargılamadan dinle. Onların bakış açısını anlamaya çalış.

·         Irkçı Şakalara ve Söylemlere Karşı Çık: Çevrende ırkçı bir şaka yapıldığında veya ayrımcı bir yorum duyduğunda (güvenli bir şekilde mümkünse) sessiz kalma, itiraz et, yanlış olduğunu belirt.

·         Stereotipleri Reddet: İnsanları ait oldukları gruplara göre değil, birey olarak değerlendir. Genellemelerden ve kalıp yargılardan kaçın.

·         Kapsayıcı Dil Kullan: Ayrımcı veya dışlayıcı olabilecek ifadelerden kaçın.

·         Farklılıkları Kucakla: Farklı kültürlerden, etnik kökenlerden insanlarla etkileşim kur, arkadaşlık et.

 

Son Sözüm

 

Irkçılığı ciddi olarak ele almayan ülkem maalesef bir türlü huzur bulamamaktadır. Kadın-Erkek, Sünni-Alevi, Sağ-Sol, Türk-Kürt, Dinci-Laik radikalleşmeleri yaşanan ülkemizde maalesef ırkçılığın eline hep koz verilmektedir. Çünkü demokrasiyi, hukuku, adaleti, hoşgörüyü, dürüstlüğü içine sindirememiş insanlar ülkesidir Türkiyem. Türkiye’nin refah ve huzur düzeyinin artması için öncelikle ırkçılıkla mücadele edilmelidir.

 

Güzel ülkem ırkçılığın da üstesinden gelecektir.