İmajımız konusunda ne heyecanlı, ne duygusal milletiz.
Türkiye hakkında dış medyada yapılan en ufak bir övgüyü de, yergiyi de
büyütürüz. Bütün dünya vatandaşlarının, bizi tanımasını, bizi sevmesini, bizi
övmesini isteriz. Öte yandan, dış medyada hakkımızda çıkan en ufak olumsuz
yorumda “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” der, çıkarız işin içinden.
70 milyonuzdur, köklüyüzdür ama aynı nüfusa sahip Fransa,
İtalya, Almanya, İngiltere kadar itibar ve ilgi görmeyiz. 1960’da dedelerimizin
kurtarmaya gittiği Güney Kore kadar dünyanın ilgisini çekemeyiz. Turist sayımız
ancak 15 milyona yaklaşmıştır. Onlar da, tatil köylerinden dışarı çıkmadıkları
için, kafalarındaki (olumsuz) Türkiye imajına sadece güneş ve sahil imgelerini
ekleyerek giderler. Yazık.
Türkiye’nin yukarıda saydığımız ülkeler kadar itibar görmesi
için ne yapmalıyız?
Çıkış yolu, üllkemizin imajına, itibarına marka
penceresinden bakmaktan mı geçiyor acaba?
Bir ülkenin markalaşması ne demektir? Diğer ülkelerdeki
insanların;
- O
ülke için güzel duygular beslemesi mi?
- O
ülke hakkında konuşabilmeleri mi?
- O
ülke hakkında bilgi toplama istekleri mi?
- O
ülkeye ait çağrışımlardan ülkeyi hatırlayabilmeleri mi?
- O
ülkenin ünlülerini ve tarihi kişiliklerini tanımaları mı?
- O
ülkenin tarihi ve güncel sanat eserlerini bilmeleri mi?
- O
ülkenin dilini konuşmak için eğitim alma istekleri mi?
- O
ülkenin yerini haritada gösterebilmeleri mi?
- O
ülkenin başkentini bilmeleri mi?
- O
ülkeyi turistik ziyaret yapılacak ülkeler listesine eklemeleri mi?
- O
ülkeye gidip yaşamak/vatandaşlığına geçmek istekleri mi?
Bu sorulara verilecek cevaplar, bir ülkenin markalaşması
için yeterli midir, siz karar verin.
Ülkelerin imajları ve turist çekme politikaları üzerine ne
tür tartışmalar yapıldığını çeşitli kanallardan izliyoruz. Ama ülkelerin marka
değerleri üzerine çok tartışılmadığını düşünüyorum. Bu yazımda, konuya ülkelere
marka değeri üzerinden bakmayı ve Türkiye’nin markalaşması üzerine
geliştirdiğim dağınık fikirlerimi toparlayıp sizlerle paylaşmayı amaçlıyorum.
Dünya üzerinde 200’ü aşkın ülke var. Tanınan, sevilen,
hayran olunan, gidilmek istenen, uyruğuna (hatta mandası altına!) girilmek
istenen ülke sayısı ise iki elin parmaklarını geçmez. Bu ülkeler bu çekiciliklerini nasıl
kazandılar. Nasıl markalaştılar?
Şuna da dikkat etmek lazım, markalaşan ülkeler, bilinçli bir
şekilde marka yönetimi mi yaptılar, yoksa “su akar yolunu bulur” misali
kendiliğinden mi markalaştılar?
Mesela ABD, kendi markasını bazı açılardan çok iyi
yönetmekte, başka bir açıdan da felaket yönetmektedir. Dünyada hem ABD’ye göç
etmek isteyen, hem de ABD’yi yok etmek isteyen o kadar çok insan var ki, bu
durumda ABD, marka değerini doğru yönetmiştir diyebilir miyiz?
Yeşili bol olan ülkeler, çölü bol olan ülkelerden daha mı
sempatik?
İçe kapanık ülkeler, küreselleşenlerden daha mı saldırgan?
Yazımın başında da belittiğim gibi ben konuya markalaşma
perspektifinden yaklaşmak istiyorum ve ülkelerin markalaşabilmesi için
yapabileceklerini bulmaya çalışıyorum.
Sanırım öncelikle şu sorulara cevaplar bulmalıyız?
Markalaşmış ülke olma ölçütleri nelerdir? Markalaşabilmiş ülkeler hangileri?
- Gelişmiş
ülke olmak markalaşma ölçütü müdür? O zaman ABD, İngiltere, Almanya,
İtalya, Fransa, Japonya, markalaşmış ülkelerdir.
- Dünya
gündeminde olmak markalaşma ölçütü müdür? O zaman Irak, Afaganistan, İran
markalaşmış ülkelerdir.
- Tekil
ve güçlü konumlandırma markalaşma ölçütü müdür? O zaman Rio Karnavalı ile
Brezilya markalaşmış bir ülkedir. (Belki de Dünya Futbol Şampiyonlukları
ile)
- Turist
çekiyor olmak markalaşma ölçütü müdür? O zaman İspanya ve Maldiv Adaları
markalaşmış ülkelerdir.
- Gizemlere
sahip olmak, fantastik olmak, egzotik olmak, geleneksel olmak markalaşma
ölçütü müdür? O zaman Hindistan, Çin ve Mısır markalaşmış ülkelerdir.
- Bilinirlik
ve bilgi sağlamak için tanıtım yapmış olmak markalaşma ölçütü müdür? O
zaman Reklam ve PR faaliyetlerini düzenli uygulayan Singapur markalaşmış
ülkedir.
- Kültürel
ihracat yapmak markalaşma ölçütü müdür? O zaman Rusya markalaşmış bir
ülkedir.
- Kalabalık
ve/veya güzel şehirlere sahip olmak markalaşma ölçütü müdür? O zaman 20
milyonluk nüfusa sahip olan Bankok şehrinin ülkesi Tayland markalaşmış bir
ülkedir.
Bu saptamalardan Türkiye’ye dönecek olursak; Gelişmiş bir
ülke değiliz. Dünya gündemine olumlu değil, olumsuz haberlerle giriyoruz. Öne
çıkan ve güçlü olan bir özelliğimiz yok. İyi kötü turist çekiyoruz ve bu
gidişle daha çok turis çekeceğiz. Ama gelen turistler sadece dinlenme
olanaklarımızdan yararlanıyor. Tarihi ve kültürel özelliklerimizden değil. Fantastik
bir ülke değiliz ama dünya bizi öyle görmek istiyor. Geçmişimizde tanıtım
faaliyetleri yok. Türkiye adını duymamış bir çok insan var yeryüzünde. Dünya’ya
ihraç edebileceğimiz düşünürümüz, müziğimiz yok (Belki de var da, biz ihraç
edemiyoruz). Bir nobel alan aydınımız bile yok! Değerini ve güzelliğini
anlatamadığımız İstanbulumuz var.
Peki bu donelerle Türkiye’yi markalaştırabilir miyiz? İçlerinden
bazılarını mı kullanmalıyız yoksa hepsini mi? Veya hepsini bir kenara koyup yeni
doneler mi yaratmalıyız? Mesela Eyfel
Kulesi gibi, Özgürlük Anıtı gibi eserler mi yapmalı? Yoksa dünyanın bizi
tanımak istediği gibi oryantalist mi takılmalı? Yemeklerimizle markalaşmaya ne
dersiniz? Kaliteli markalarımızla ve ona iliştirdiğimiz Turquality ile mi
ilerlemeli? Türk kişiliğini öne çıkarıp, Türk insanının pozitif özelliklerini (güçlü,
mert, misafirperver...vs) anlatmaya ne dersiniz?
Yapılabilecek çok şey var. “Herşeyin ustası olmaya çalışan,
hiçbir şeyin çırağı dahi olamaz” diye bir Çin atasözü vardır. Türkiye’yi
markalaştırmak istiyorsak, tek ve güçlü bir özelliğimizi diğer
özelliklerimizden önde tutmalıyız. Köpürtmeliyiz. Bu özelliğimizi başka ülkeler
de sahiplenememeli.
Peki altını çizebileceğimiz farklılıklar var mı? Yada
dünyaya örnek / öncü olabilecek bir ilki sahiplenebilir veya yaratabilir miyiz?
İşte benim önerim;
Küçüklüğümden beri, neden bizim de Eyfel Kulesi gibi,
Özgürlük Anıtı gibi, dünyaca tanınan bir anıtımız yok diye düşünürüm. Şöyle
dünyanın 7 harikasından biri olacak. Türkiye’yi hemen akıllara getirecek, çok
turist çekecek... Lise yıllarımda buna bir çözüm bulmuştum. Boğazın üstüne
devasa bir heykel dikmek, bir ayağı Avrupa’da diğer ayağı Asya’da... Ne
muhteşem olurdu. Heykelin kod adını da “Zebella” koymuştum. Üniversite
yıllarımda, “zebella” fikrimi biraz daha mimarlık sınırlarına çekmek için,
sürekli revize ettim. Son önerim; “Çok Ayaklı Döner Daire”. Döner daire,
boğazın tam üstünde, 4 veya altı ayakla karaya basan bir yapı olmalı.
Ayaklarında asansörler olan döner dairede yüzlerce restoran, cafe ve eğlence
yerleri vardır. Buralarda, muhteşem boğaz ve İstanbul manzarası eşliğinde yemek
yiyebilir, keyifli dakikalar geçirebilirsiniz. Dünyadaki herkesin böyle bir
manzarada yemek yemek isteyeceğini düşünüyorum. Üstelik Zebella sayesinde bir
ayağın bulunduğu bölgeden başka bir ayağın bulunduğu bölgeye (raylı bir
sistemle) geçebilirsiniz. Yani “Zebella”yı ulaşım amaçlı da kullanabilirsiniz. Dünyada
bir eşi olmayan böyle bir yapı tüm dünyanın ilgisini çeker diye düşünüyorum.
Siz de, Türkiye’nin markalaşması için şimdiden düşünün.
Marka değerimizi ve imajımızı, geçmişimiz ve bugünümüzle yükseltemediysek, parlatamadıysak,
belki de, sizin şimdi düşüneceğiniz ve hayata geçireceğiniz fikirlerinizle
markalaşacağız.
Kolay gelsin.
Not: Markalaşmak için hiçbir zaman geç değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder