15 Aralık 2011 Perşembe

2012 Ekonomi Öngörüleri


Gelişmekte olan ülkeler (özellikle de hızlı büyüyenler) gelişmiş ülkelerin ekonomilerine zarar vermektedir. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerle birlikte kaynakları nasıl dengeli kullanacağını ve nasıl beraber büyüyebileceklerini çözemedikleri için 2000’li yıllardan sonra kan kaybetmeye başlamışlardır.  Meşhur «ekonomik dengelerin batıdan doğuya kayması» yakınması da buradan gelmektedir. 2008’den beri batının yaşadığı krizin temeli de budur. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini yavaşlatmak için ünlü ekonomistler, IMF ve kredi derecelendirme kuruluşları da maşa olarak kullanılabilmektedir. Türkiye’deki kriz söylemlerinin yarısında gelişmiş ülkelerin manipülasyonları olduğunu unutmamalıyız.
   
2008 yılında gelişmiş ülkelerin (batının) ekonomisi dibe vurmuştu. Ekonomisi makyajlı yönetilen ülkeler hala 2008’in etkisi altında. Mali piyasalara getirdiği önlemler ve kamu harcamalarındaki disiplinli artışla ABD’nin ekonomik rasyolarından iyi sinyaller gelmeye başladı. Dikkat ederseniz ABD için 2012 yılında kriz söylentisi, yada eksi büyüme beklentisi hemen hemen hiç yoktur. Çin ve uzak doğu ülkeleri büyümesini ve kapital biriktirmesini 2011’de devam ettirdiler.  Onlar için büyüme oranlarındaki düşüş bile kriz doğuracağı için planlı bir şekilde büyümeye ve dünyanın üreticisi olmaya devam edecekler.

AB ülkelerinin yaşadığı kriz de ekonomi politikalarının yanlışlığından kaynaklanıyor. Yunanistan’dan oldukça iyi dersler çıkardılar ve aldıkları önlemler ile düşüşü durduracaklardır. AB ülkelerinin 2012 yılındaki ortalama büyümesi %1 civarlarında olsa dahi, ithalatı düşmeyecek, tam tersine büyüyecektir. Krizden çıkmaları için üretimlerini artırmaları gerekiyor. Bu da ithalatı artıracaktır. AB’de para politikalarıyla ekonomiye kısa vadede yön verilebildiği, ama uzun vadede yön verilemediği görülmüştür. 2008 yılından beri ertelenen kamu yatırımlarının ekonomiye olumlu katkısı olmadığı görülmüş ve Keynes’yen yaklaşımla kamu yatırımlarını artırma politikasına geçilmesi düşünülmektedir.  İngiltere’nin ikna edilmesiyle AB’nin 2011’den daha iyi bir yıl geçireceğini düşünüyorum. 

Türkiye 2011 yılında önemli yol kat etti ve rasyolarında iyileşmeler sağladı. Kamu harcamalarını değil ama, tüketicilerin harcamalarını bazı para ve ithalat politikalarıyla kontrol altına alarak bütçede gerçekleşmelerinde başarıya ulaştılar. Tüketicilerin 2011 yılında ertelediği ihtiyaçlarını 2012’de alacağını öngörebiliriz. Siyasal tabloda değişiklik olmadığı sürece ekonomik tablomuzun geriye gitme ihtimali yok.

2012 yılında büyüme oranımız %5’in altına inmez. Bu da dünya büyüme liginde ilk 5’e gireceğimize işarettir. İhracatımızın ithalatımızı karşılama oranı artar. 2011’de ihracatçılarımızı ihya etmek amacıyla hükümet kontrolünde dolar kuru artırılmıştır.  2012’de dolar dizginlenecek ve TL değerlenecektir. Dolar’ın 2012 ortalaması 1,7 ila 1,8 olur. Enflasyon %8 civarında gerçekleşir. Ekonominin motoru olan devlet harcamaları azalmaz ama kontrol, dolayısıyla etkililik artar.

2011 yılına girerken de Türkiye ekonomisi üzerine ciddi kriz söylemleri vardı. Bunların yarısı karamsarlıktan yarısı da manipülasyon niyetlerinden kaynaklandığını söylemiştim. Nitekim Türkiye büyük bir ihtimalle 2011’de %7 büyümüş olacak. Şirketler için 2012 önerim tedbiri elden bırakmadan detaylı büyüme planları yapmaları, Türkiye büyürken bundan nasiplenmeleridir.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Futbol Futbola Karşı


Günlük hayatın en popüler gündemi futbol. Yaklaşık 150 yıl önce mahalleler arası amatör bir spor müsabakası olan futbol artık dev bir endüstri olmuş durumda. Medya ve insanlar futbolla yatıyor, futbolla kalkıyor. Her yaştan insanlar takım tutmayı ve futbol seyretmeyi seviyor. Futbol turnuvaları bayram havasında geçiyor, maçlar milyarlarca insanı ekrana kilitliyor. Taraftarlar takımlarının peşinden şehir şehir geziyor, tribünlerde kendinden geçiyor. Bazı fanatikler ailesinden, ülkesinden, dininden daha çok tuttuğu takımını seviyor. Futbolcular genç yaşta toplumun itibar ve şöhret sahibi kişilileri oluyor. Siyasiler, bürokratlar, gazeteciler, iş adamları, hatta markalar futbolun ışıltısından kendilerine pay çıkarmaya çalışıyorlar ve bunu başarıyorlar.

Futbol basit bir spor ve eğlence olmaktan çoktan çıktı. Futbol yığınların çıkar amacı oldu. Takımlar taraftarların aidiyet duygusunu ve özdeşleşmeyi zirvede yaşadığı kutsalları olmaya başladı. Öyle ki bu kutsalları için herkesle savaşmayı göze alabiliyorlar. İş dünyası ve siyaset futbolun göbeğinde olmayı daha kazançlı buluyor. Anlayacağınız artık “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” (Simon Kuper’in kulakları çınlasın).

Taraftarlar arasındaki şiddet ve ağız dalaşı aldı başını gidiyor. Medyadaki gazeteciler bile tarafsız kalmak yerine, körü körüne tuttukları takım lehine veya rekabet ettikleri takım aleyhine haksız yorum yapmaktan geri kalmıyorlar. Takımların yönetim kurullarındaki yöneticilerin ağzından rakip takımlar hakkında nefret ve kin dolu sözler çıkıyor. Herkes sadece kendi takımının haklarını savunuyor, kendi takımına yapılan haksızlıklara karşı çıkıyor. Rakip takımlara yapılan haksızlıklar hiç kimsenin umurunda değil.

Anlayacağınız futbol artık kirli bir oyun maalesef.

Milyar dolarların döndüğü bir sektör olan futbolun kirlenmesi, adil ve centilmen rekabet ilkelerinden uzaklaşması futbolun marka değerini öldürüyor, yeşil sahaları bataklığa dönüştürüyor.

Nasıl oldu da futbol bu kadar kirlendi ve düşmanlık bahçesi oldu? Bana sorarsanız futbolu kirleten ve futbol severleri ve futbol insanlarını centilmenlikten uzaklaştıran konular belli.

  • Şike
  • Doping
  • Menajerlik sistemi
  • Futbol tahmin oyunları
  • Taraftarları keskinleştiren ve birbirine düşman eden söylemler
  • Futbolcuların para kazanma şekli
  • Kulüplerin para harcama şekli

Futbolun marka değerini korumak ve artırmak için futbolun bataklaşan alanlarını kurutmak gerekiyor. Eğer bu bataklıklar kurutulmazsa futbola gönül veren geniş yığınlar futboldan uzaklaşacak ve futbol az izlenen küçük bir spor dalına dönüşecektir. Futboldaki yozlaşma futbolun sonunu hazırlıyor.

Profesyonel futbol, ülkelerdeki özerk futbol federasyonları tarafından, Avrupa’da UEFA tarafından, dünyada ise FİFA tarafından yönetiliyor. O zaman futboldaki yozlaşmayı durdurmak ve futbolun marka değerini artırmak için önlem alması gerekenler onlar.

İyi bir futbolsever ve naçizane bir marka danışmanı olarak futbolun marka değerini artıracak önerilerimi sizlerle paylamak istiyorum.

Menajerlik sistemi ortadan kalkmalıdır.
Futbolcu transferleri menajerler aracılığıyla olmamalıdır. Futbolu pahalılaştıran, kulüpleri fakirleştiren, futbolcuların psikolojisini bozan, spor medyasını çıkarlarına alet edebilen, mafyozik ilişkilere yatkın, şike/teşvik gibi uygulamaların aracıları olan, adil oyun ilkesine tecavüz edebilen bazı menajerlerden futbol dünyasının kurtulabilmesi için menajerlik sistemi tamamen ve acilen kurtulmalıdır.

Futbolcuların menajeri FİFA olmalıdır. Transfer görüşmeleri futbolcu ve FİFA ile yapılmalıdır. FİFA, UEFA ve yetkili ülke federasyonlarının liglerinde top koşturan futbolcuların transferinden menajerler değil, bu kurumlar komisyon almalı ve kazandıkları komisyonu yine futbol için harcamalıdırlar. FİFA’dan lisans alan tüm futbolcular FİFA’nın internet sitesinde yer almalıdır. Kimin hangi takımda oynadığı ve bir futbol sezonu için takımından ne kadar ücret aldığı bu listelerde belirtilmelidir.

Futbol sezonu biter bitmez futbolcular serbest kalmalıdır ve FİFA’nın internet sitesinde futbolcuların transfer tahtası açılmalıdır. Son oynadığı takım dahil, ona talip olan diğer takımlar bu tahtaya tekliflerini yazmalıdırlar. Teklif bir futbol sezonunu kapsamalıdır. Transfer tahtası sadece 2 hafta açık kalmalıdır. Bir futbolcuya teklif veren takımlar tekliflerini istedikleri kadar artırabilmeli veya azaltabilmelidir.

Futbolcuya gelen teklifler herkesçe görülebilmelidir. Futbolcu gelen tekliflerden hangisine karar vereceğini, transfer tahtası kapandıktan sonra, 2 hafta içerisinde, beğendiği kulüplerle görüşerek karar verecektir. Bu 2 haftada takımlar veya futbolcular anlaştıktan sonra, transferler aynı internet sitesinden kamuoyuna deklare edilmelidir. Kulüp bulamayan futbolcular ve yeterli transferi yapamayan kulüpler için transfer tahtası 1 haftalığına tekrar açılmalıdır. Tahta kapandıktan sonraki 1 haftada kulüpler ve futbolcular transferlerini tamamlamalıdır. Tamamlayamayan futbolcular açıkta kalacaktır. Transfer olanlar internet sitesinden yayınlanmalıdır.

Böylece takımlar ve futbolcular transfer yapmak için 2 defa fırsat yakalayacaklardır.

Futbolcu sadece transfer tahtasına teklif geçen kulüplerle görüşmelidir ve mutlaka içlerinden birine karar kılmalıdır (Kendisine transfer tahtasında teklif yapmayan takımla görüşememelidir). Aksi taktirde ara transfer dönemine kadar hiçbir takımda oynamamalıdır. Tabii futbolcu kendisine teklif veren takımlardan istediğini seçmeye de özgür olmalıdır. Bir futbolcu kendisine verilen daha yüksek teklifleri neden geri çevirdiğini yetkili mercilere bildirmelidir. (Son oynadığı kulüp veya görüşme yaptığı kulüplerin futbolcuya direkt veya endirekt baskı yapıp yapmadığı FİFA müfettişleri tarafından denetlenmelidir. Baskı yaptığı anlaşılan bir kulübün 3 yıl boyunca transfer yapması yasaklanmalıdır.)

Kulüp bir futbolcuya yaptığı teklifi sadece FİFA’nın internet sitesindeki transfer tahtasında artırabilir veya azaltabilir. Futbolcu kendisine teklif yapan takımları inceledikten sonra, transfer tahtasındaki herhangi bir teklifi onaylarsa, seçtiği kulübün banka hesabından FİFA hesabına futbolcuya bir sezon için teklif edilen bedel otomatik olarak transfer olmalıdır.

FİFA transfer parasının dörtte üçü 4 taksitle futbolcuya ikişer ay arayla ödemelidir. Kalan kısmı ise maç başına bölerek ödemelidir. Yani futbolcu oynadığı her resmi maçtan sonra da transfer parasının bir kısmını almalıdır.

(Bir takımın yılda kaç resmi maç oynayacağı önceden bilinemeyeceği için 50 resmi maç üzerinden hesaplama yapılması futbolcuyu başarıya odaklayacaktır. Böylece futbolcu olabildiğince çok resmi maça çıkarak transfer parasının tamamını almaya çalışacaktır.)

Formsuzluk, sakatlık, kırmızı kart veya disiplin cezası gibi durumlardan dolayı resmi maçlarda oynayamayan futbolcu maç sonrasında ödeme alamayacaktır. Futbolcuya ödenmeyen bu paralar kulübe iade edilmelidir. (Futbolcuların sakatlıklara karşı sağlık sigortası kulüp tarafından yaptırılmalıdır)

Futbolcunun transfer parasından başka geliri olmamalıdır. Yani takımlar bir futbol sezonu içinde futbolcularına prim adı altında dahi ödeme yapamamalıdırlar. (Prim olacaksa bile bu FİFA üzerinden yapılmalı, bir başarıya endeksli olmalı ve kamuoyuna önceden deklare edilmelidir)

FİFA, futbolcuların gelirlerini yakından takip etmeli, futbolcular da gelirlerini FİFA’ya beyan etmelidir. Beyan edilmemiş gelir elde eden futbolcunun lisansı askıya alınmalıdır.

Eğer futbolcuyu son oynadığı takımı değil de başka bir takım transfer ettiyse, transfer eden takım futbolcuya teklif ettiği ve ödediği sezonluk ücretin yarısı kadar miktarı futbolcunun son oynadığı takıma öder. Bir o kadar parayı da FİFA’ya öder.

Yani bir futbolcunun takım değiştirmesinden eski takımı ve FİFA’da nemalanmalıdır.  Böylece transfer zorlaşacak, takımlar futbolcularını kolayca kaybetmeyecek ve futbolcular oynadıkları takımlara karşı daha sadık olacaklardır.

FİFA’ya kalan paranın önemli bir kısmı ilgili federasyona, futbolun organize edilmesi,  futbolun gelişmesi, futbolcuların sigortalanması ve futbolun yararına kullanılması için verilmelidir.  

Önerdiğim sistemin işleyişine dair bir örnek: Sezon sonunda serbest kalan A takımının başarılı X futbolcusunu A takımı elinde tutmak istiyorsa ve B ile C takımları da transfer etmek istiyorsa, her 3 takım da FİFA’nın internetteki transfer tahtasına kendi şifreleriyle girecek ve futbolcuya teklif vereceklerdir. Diyelim ki A takımı 1,1 milyon TL, B takımı 1,2 milyon TL, C takımı da 1,3 milyon TL önerdi. Futbolcu A takımını, yani son sezon top koşturduğu takımı seçerse A takımı futbolcuya verilmek üzere FİFA’ya 1,1 milyon TL’yi peşinen yatırmalıdır. Futbolcu B takımını seçerse, B takımı; futbolcuya verilmek üzere 1,2 milyon TL’yi ve A takımına verilmek üzere 600 bin TL’yi, TFF’ye verilmek üzere de 600 bin TL’yi FİFA’nın hesabına havale etmelidir.  

Özetle; Profesyonelliğe terfi eden her futbolcu aldığı lisans ile FİFA’nı futbolcusu olmalıdır. FİFA aracılığıyla transfer olmalıdır. Parasını FİFA’dan almalıdır. Bir futbolcu transfer edilecekse, transfer eden takım parayı FİFA’ya ödemelidir. Takımlar futbolcularına direkt para verememelidir, takım FİFA’ya, FİFA futbolcuya ödeme yapmalıdır.

FİFA’nın lisansını iptal ettiği veya askıya aldığı futbolcu FİFA’ya angaje liglerde oynayamamalıdır.

Dünyadaki pek çok kulüp, menajerlerin ve futbolcuların aç gözlülüğü ile hırslı kulüp yöneticilerinin hesapsız para harcama politikaları yüzünden batma noktasına gelmiştir. Milyonlarca dolar kazanan futbolcular en ufak hatalarında medyanın ve taraftarların tepkisini daha şiddetli çekmektedirler. Futbolculara ödenen paralar azalırsa futbolun marka değeri artacak ve futbolcunun üzerindeki baskı azalacaktır. Menajerlik sistemini kaldırıp transfer aracılığını FİFA’ya devredersek futbolcuların sınırsız para kazanma ve kulüp yöneticilerinin sınırsız para harcama arzularına gem vurabiliriz.

Teşvik başkalaştırılmalı ve TFF tarafından organize edilmelidir.
Taraftarların ve kulüp yöneticilerinin bir maçta bir tarafın maçı kazanmasını istemesi ve kazanmasını istedikleri takımın futbolcularını ödüllendirmeyi düşünmeleri spor ahlakına aykırı değildir.  Kazanmayı ve kazananı ödüllendirmenin yöntemi değiştirilirse, şeffaflaşırsa ve adil rekabeti destekler hale getirilirse “teşvik” futbolun güzel bir unsuru olabilir. Bence futbola gönül veren herkesin mantıklı ve adil bulacağı bir teşvik sistemi geliştirilebilir.

Benim önerim; TFF kendi web sitesinde teşvik tahtası açmasıdır. Bu tahtada haftanın maçları olmalıdır. Maçları oynayacak takımların hesabına buradan para yatırılabilmelidir. Kişiler ve kulüpler maçı kazanmasını istedikleri takımın hanesine kredi kartıyla veya havale ile para gönderebilmelidirler.  Kazanan takım kendisine yatırılan parayı ve rakibine (kaybedene) yatırılan paranın dörtte birini almalıdır. Kaybeden takımın üzerine yatırılan paraların dörtte üçü parayı yatıranların hesabına iade edilmelidir.

Kulüpler bu teşvik sisteminden kazandıkları paranın üçte birini sahaya çıkan oyuncularına, üçte birini tüm takım oyuncularına, üçte birini de kulüp kasasına koymak zorunda olmalıdırlar. (Hatta bu dağılımı TFF kendisi yapabilir)

TFF’nin sitesinde her haftanın teşvik tahtası önceki haftanın maçları tamamlandıktan sonra açılmalıdır. Maç düdüğü çalınasıya kadar her maçın takımlarına internetten para yatırmak mümkün olmalıdır. TFF’nin sitesinde ilgili yere girdiğimizde hangi takımın ne kadar teşvik topladığı görülebilmelidir.

Kulüpler futbolcularına maç primini direkt verememelidir. Onlar da TFF’nin teşvik tahtasına girip para yatırmalıdır. Kulüpler başka takımların maçlarında da takımlara para yatırma serbestliğine sahip olmalıdır.

Bu sistem futbola ayrı bir heyecan ve maddi destek katacaktır.

FİFA’nın takımlar üzerindeki hakimiyeti artmalıdır.
Futbol takımları derneklerin veya şirketlerin veya kişilerin olamaz. Futbol takımları aslen kamunundur. Dernekler, şirketler veya kişiler kamu adına ve kamu yararına takımları işletebilirler. Futbolseverlere yani kamuya keyifli bir futbol dünyası sunmakla yükümlü olması gereken FİFA, UEFA ve TFF gibi kurumlar, futbolun yozlaşmaması ve marka değerinin sürekli artması için, futbolu daha kapsayıcı hale gelmelidirler. Takımların denetleyicisi rolünü daha fazla genişletmelidirler.

FİFA ve UEFA buna yönelik adımlar atmaktadır. Kulüplerin belli kriterler içerisinde işletilmesi için kararlar almıştır. Burada daha kapsamlı bir çözüme ihtiyaç vardır.

Futbolcu nasıl FİFA’nın lisansıyla ve gözetimiyle hareket ediyorsa, takımlar da FİFA’nın lisansı ve gözetimiyle hareket etmelidir.

Takımlar gelirlerinin üzerinde harcama yapamamalıdır. FİFA, alt organizasyonları ve kendisine bağlı ülke futbol federasyonlarıyla bunu çok sıkı denetlemelidir. Gerekiyorsa NBA’de olduğu gibi takımlara transfer limiti koymalıdırlar.

Takımların gelirlerinin legal olması için FİFA düzenleme yapmalıdır. Karapara ve şımarık para futboldan uzaklaştırılmalıdır. Futbolda dolaşan her kurşun hesabı FİFA’ya verilmelidir.

FİFA, takımları, oyuncuları ve taraftarları kızdıran, alaya alan, tahrik eden ve futbol ortamını zehirleyen söylemler üreten kulüp yöneticilerini, sporcuları, amigoları ve spor medyacılarını futbol sahalarından uzak tutacak önlemleri alabilmelidir. Amacı sansasyonel ve haksız söylemlerle futbol dünyasından nemalanmak olanlar futbol kulüplerine ve statlara girememelidir.

FİFA, futboldaki başıboşluğu kötü emellerini hayata geçirme fırsatı olarak gören kişileri futboldan uzaklaştırabilmelidir.

FİFA’nın futbolcular ve futbol takımları üzerindeki etkinliği şike ve doping gibi hastalıkları minimuma indirecektir.

Her ne kadar önemli gelir kapısı da olsa, futbol tahmin oyunlarına da son verilmelidir. Kumarla futbol yan yana gelmemelidir. FİFA’nın alması gereken bir radikal karar da budur.

Dünyanın en keyifli spor müsabakası olan futboldaki kirlenme aslında toplumun ve kişilerin de kirlenmesine yol açmaktadır. Önerilerimi uygulamak ne kadar zor olsa da, temiz futbol için yapılması gerekenler bence bunlardır. 


İnternet Sitem: www.muratsaylan.com

12 Haziran 2011 Pazar

Türkiye’nin 100. Yıl Vizyonu 2


2007 yılının Temmuz ayında kaleme aldığım “Türkiye’nin 100. Yıl Vizyonu” çok güzel tepkiler aldı. Ülkemiz için proje önerileri içeren bu makalem çeşitli dergi, gazete ve web sitelerinde gündeme getirildi. Hatta Cumhurbaşkanlığı himayesinde 2008 yılında kurulan “Türkiye’nin Stratejik Vizyonu: 2023 Projesi” kapsamında gündeme dahi getirildi (bkz: www.tsv2023.org). Ardından Başbakan’ın İstanbul için açıklayacağı çılgın projenin benim bu makalemdeki “Uygarlıklar Köprüsü” olduğu bazı medya kurumlarınca iddia edildi. Hoş bu makalemdeki birçok projenin hükümet tarafından hayata geçirileceğini de medyadan okuduk. 12 Haziran seçimlerinde AKP’nin seçim kampanyasında 2023 hedeflerine yer vermesi de hoş bir tesadüftü. Demek ki aklın yolu birmiş.

Benim gibi yaratıcılık, inovasyon, markalaşma ve pazarlama üzerine düşünen ve fikirler üreten birçok insan var. Üstelik bu fikirlerini internette cömertçe paylaşıyorlar. Ülkeyi yönetenler ve onların danışmanları bu fikirlerden daha fazla yararlanmalıdır. Demokratik yönetimin bir parçası da budur bence.

Şu bir gerçek ki, dünyanın daha güzel bir yer olması, yeryüzündeki insanlardan birinin bile yaşadığına pişman olmaması için yaratıcı ve faydalı projelere ihtiyaç var. Bu fikirler alt yapı, şehircilik, siyaset, kamusal yapılanma, spor, sanat ve daha bir çok alanda olabilir.

Bu sebeple, özellikle bloğu olan arkadaşlara ülkeyi yönetenlere ilham ve fikir verecek proje önermelerini tavsiye ediyorum. İster dünya, ister ülkeniz, isterse şehriniz için olsun, çevreye, insanlığa, estetiğe, gelişmeye yarayacak projeleriniz varsa durmayın, bloglarınızda dile getirin.

Böyle bir giriş yaptıktan sonra Türkiye’yi 100. yılında daha güçlü, daha gelişmiş, daha zengin yapacağına inandığım diğer projelerimi aşağıda sizlerle paylaşmak istiyorum.

Tarihi İstanbul’u Parlatalım
İstanbul 15 milyon nüfusu ve il sınırlarına kadar uzanan yerleşim alanlarıyla mega bir kent. Vatandaşlarımızın gözünde İstanbul marka kentken, yabancıların gözünde İstanbul algısı zayıftır. İtiraf etmeliyiz ki; İstanbul’un coğrafi güzelliğini değerlendiremedik ve modern bir kentleşme sağlayamadık. Son zamanlarda İstanbul’un güzelleşmesi ve dünyanın gözünde markalaşması bir sürü proje öne sürüldü. Bu projelerden bir çoğu gerçekten harika. Yalnız İstanbul’u kalabalıklaştıracak değil ferahlatacak projelere ihtiyaç var. Özellikle Bizans surlarıyla çevrili tarihi İstanbul’u ferahlatmak gerekiyor. Bu tarihi bölge için yepyeni bir plan hazırlanmalıdır. Bu tarihi bölge turizme, kültüre, eğlenceye ve eğitime ayrılmalıdır. Bunun için yapılacak şey sur içinde kamulaştırma yapmaktan geçiyor. İmarı kötü olan mahalleler kamulaştırılmalıdır. Burada oturanlar İstanbul’a kurulması düşünen 2 yeni şehire ve TOKİ konutlarına taşınmalıdır. Mahallelerin kaldırılmasıyla yaratılacak yeni boşluklara yeşil alan, kültür ve eğlence yerleşkeleri, üniversiteler ve oteller yapılmalıdır. Özellikle tarihi alanlar yeniden yapılandırılmalı, bölgeyle alakalı faaliyetleri olmayan işyerleri uzaklaştırılmalıdır. Savaştan çıkmış görüntüsü veren Bizans surları ise tamamen yıkılmalı ve yerine yepyeni, Bizans surlarından daha ihtişamlı Türk surları yapılmalıdır. (Bizans’a ait olduğu için restore etmeyeceksek, yıkıp yenisini yapmak daha doğru olmaz mı?)

Not 1: Kanal İstanbul projesi asla hayata geçirilmemelidir. 50 milyar dolarımızı emecek olan bu projenin hedeflenen başarıya ulaşması imkansızdır. Diyelim ki hedeflenen başarıyı yakaladı ve bu kanalın etrafında modern bir kent yaşamı oluştu; bu İstanbul’u 40 milyonluk bir kente çıkaracak ve Anadolu illerinin boşalıp İstanbul’a akmasına neden olacaktır. Zaten İstanbul ile Anadolu arasında bir denge kuramadığı için gelişemeyen Türkiye daha problemli bir ülke haline gelecektir. Bu fikrimi destekleyen makaleyi (http://ufukturu.blogspot.com/2006/10/baska-istanbul-var-m.html) adresinde okuyabilirsiniz.
Not 2: Gebze ve Dilovası İstanbul’a bağlı olmalıdır. Bu iki ilçe İstanbul’a Kocaeli’nden daha yakındır. Haritaya baktığınızda veya coğrafyayı incelediğinizde her iki ilçenin İstanbul sınırlarında olması gerektiği kolayca görülür. Burada yaşayan nüfus kendini Kocaeli’ne değil, İstanbul’a yakın görür.  Bu iki ilçenin İstanbul’a katılması daha büyük bir ekonomik sinerji yaratacaktır.
Not 3:İstanbul içindeki ticaret/mal limanları Tuzla ve Büyükçekmece ötesine taşınmalıdır. Bu iki bölge arasındaki yerlere yük gemileri yanaşamamalıdır. Aynı şekilde kuzeyde Şile ve Kilyos arasında da hiçbir zaman yük limanı olmamalıdır. Taşınan limanlar halka açık park ve tesislere dönmelidir. Böylece halk ve turistler Boğaziçi'nin ve İstanbul kıyılarının eşsiz deniz manzarasından daha fazla yararlanabilir.
Not 4: Boğaz’daki yalıların mimari yapısı bozulmadan butik otellere dönüştürülmesi için teşvik programı başlatılmalıdır. Boğazdaki askeri tesisler ve devlet tesisleri turizmin hizmetine devredilmelidir. Buralar ya otel, ya da kamuya açık (kültür tesisi, müze ve benzeri) yerler olmalıdır.
Not 5: İstanbul’da kıtalar arası geçişi kolaylaştırmak ve köprü trafiğini rahatlatmak için İstanbul Boğaz’ının iki yakasındaki sahil yollarına bağlanan 2 şeritli tüp geçitlerden 10 tane yapılmalıdır. Bunların 5 tanesi Avrupa yakasına geçişi, 5 tanesi de Anadolu yakasına geçişi sağlamalıdır. Birinci tüp geçit Sarayburnu ile Kadıköy arasında olmalıdır. İkincisi Karaköy ile Üsküdar arasında olmalıdır. Üçüncüsü Beşiktaş ile Kuzguncuk arasında olmalıdır. Dördüncüsü Kuruçeşme ile Çangelköy arasında olmalıdır. Beşincisi Aşiyan ile Göksu arasında olmalıdır. Altıncısı İstinye ile Çubuklu arasında olmalıdır. Yedincisi Tarabya ile Beykoz arasında olmalıdır. Sekizincisi Rumeli kavağı ile Anadolu kavağı arasında olmalıdır. Dokuzuncusu Sarıyer ile Yuşa Tepesi arasında olmalıdır. Onuncusu Garipçe köyü ile Poyrazköy arasında olmalıdır. 2 şeritli tüp geçit yapmak hızlı ve ekonomik olacaktır. Bu tüp geçitler sayesinde hem İstanbul’un trafiği hem de boğazın 2 yakasındaki sahil yolu trafiği önemli ölçüde azalacaktır.

Marka Şehirler Yaratmalıyız
Her şehrimizi markalaştırmak, zenginleştirmek ve kentsel dönüşümünü sağlamak için hükümetin başlattığı marka şehirler projelerine destek verilmelidir. Her şehrimiz farklı bir özelliğiyle ön plana çıkmalıdır. Bir şehri markalaştırmak sadece belediyenin meselesi olmamalıdır. Zaten sadece belediyenin vizyonu ve kaynağıyla çözülecek bir mesele de değildir. Bir şehir turist, yatırımcı ve yerleşimci çekebiliyorsa markalaşmış demektir. Bu kişileri çekmek için de şehirleri cazip hale getirmek gerekiyor. Hükümetin marka şehirler yaratmak üzere atacağı adımlar Türkiye’nin batısı ve doğusu arasındaki gelişmişlik farkını da ortadan kaldırabilme fırsatını yaratacaktır. Hatta gelir dağılımı farklılıklarını dahi azaltacaktır. Yalnız hükümet İstanbul’un nüfusunu artıracak projelerden vazgeçmediği sürece marka şehirler projeleri başarıya ulaşmaz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu kalkındırmak için marka şehir projeleri buradaki şehirlerden başlamalıdır.
Not: Bir şehri markalaştırmanın adımlarından birisi de şehirdeki sosyal hayatın cazip ve tatmin edici olmasıyla mümkündür. Bir çok noktada başarılı olan hükümetin insanların eğlenmesini sağlayan alanlar, bölgeler yaratmadaki gusto’suzluğu marka şehirler yaratma hayalinin gerçekleşmesinin önündeki en önemli engeldir. Anadolu’daki şehirlerin bırakın turist çekmeyi, il takımlarında oynayan yerli ve yabancı futbolcularını dahi şehirlerinde tutamamaları, bu şehirlerde tatmin edici gece ve eğlence hayatının inşaa edilememesinden kaynaklanmaktadır. Marka şehirler yaratmak için kentli insanın sosyal ihtiyaçlarını gidermeye yönelik projeleri öne almak iyi bir başlangıç olacaktır.

Çevreci Enerjiye Yönelmeliyiz.
Türkiye’nin en büyük ithalat kalemi akaryakıt ve doğalgazdır. Cari açığımızı artıran ve ülkemizi kirleten bu enerji kaynaklarının alternatifini yaratmak için ülkece çaba harcamalıyız. Rüzgar, güneş, dalga ve toprak enerjisinden yararlanarak elektrik üretmek üzere teknoloji geliştirme amaçlı ar-ge faaliyetlerine devlet destek olmalıdır. Bu tip çevreci enerji üretmeye girişen özel ve resmi kurumlara her türlü kolaylık ve destek sağlanmalıdır. Yeni farkına vardığımız rüzgar değirmenlerinin sayısı hızla artmalıdır. Köyler, belediyeler elektrik ihtiyaçlarının bir kısmını bu tip çevreci yatırımlarla karşılamalıdır.
Not: Yerli otomobil için yapılan hamlelerde mutlak şart elektrikli otomobil olmalıdır. Yerli elektrikli otomobile çok büyük vergi avantajı sağlanmalıdır. Böylece Türkiye’nin akaryakıt ithalatı ve dünyaya saldığımız karbondioksit bir nebze olsun azalabilir. 

Üniversiteler Ülkesi Olmalıyız
Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizde son derece modern üniversiteler kurmalıyız. Hem gençlerimizin hem de akademisyenlerimizin tercih edeceği derecede güzel olanaklara sahip üniversiteler açmalıyız. Bu bölgelerimizin gelişmesi için üniversiteler ve üniversite öğrencileri lokomotif olacaktır. Bu üniversitelere dünyanın dört bir yanından öğrenciler ve akademisyenler de gelmelidir.

Sporcular Ülkesi Olmalıyız
Halkın spor yapabileceği rekreasyon parkları yapmak, beden derslerinin süresini artırmak, amatör kulüplere destek olmak, profesyonel sporculara cazip ödül programları sunmak, spor salonları yapmak, statları yenilemek, uluslararası spor müsabakalarını ülkemizde yapılmasını sağlamak,…bunların hepsi güzel hareketler. Ama yetmez, yetmemeli. Amatör ve profesyonel olarak spor yapan vatandaş sayımızı 10 katına çıkarmalıyız. Ki bu bile neredeyse aynı nüfusa sahip olduğumuz Fransa’daki sporcu sayısına yaklaştıramayacaktır. Disiplinli bir şekilde ve amaca yönelik yapılan sporun sporcuya aşıladığı zihniyet bu ülkenin vatandaşlarının birbirine karşı daha hoşgörülü olmasını sağlayacaktır. Ülkemiz insanında az bulunduğunu düşündüğüm centilmenlik, adil rekabet, ekip olma, disiplinli çalışma bilincinin en kolay sporla gelişeceğine inanıyorum. Sporda elde edilecek uluslararası başarılar vatandaşların birlikte daha çok şey başaracağına olan inancını artıracaktır.

Vizesiz Giriş Yapılan Ülke Olmalıyız
Özellikle komşu ülkelerin vatandaşları sadece kimlik göstererek ülkemize girip çıkabilmelidir. Aynı hakkı komşu ülkeler de bizim vatandaşlarımıza sağlamalıdır. Ama bu uygulamayı başlatan biz olmalıyız.  Madem komşularla sıfır sorun yaşamak istiyoruz, buradan başlamalıyız.

Türkiye Müslüman Ülkeleri Demokrasiye Davet Etmelidir
Dünyanın en modern, en özgürlükçü ve en gelişmiş Müslüman ülkesi Türkiye’dir. Türkiye doğru bir dille diğer Müslüman ülkeleri demokrasiye davet etmelidir. Halkını baskıyla yöneten diktatörlere şirin gözükmek, iktidarı babadan oğula devreden kralların elini sıkmak bize yakışmaz, yakışmıyor. Tüm Müslümanlar en az bizdeki kadar bir demokraside yaşamayı hak ediyor. Müslümanların demokraside huzur bulacağını, Müslüman ülkelerin demokrasi sayesinde gelişeceğini, İslam’ı daha çok insanın benimsemesi için Müslüman ülkelerin demokrasinin bayraktarlığını yapması gerektiğini dindaş ülkelere Türkiye doğru dış politikalar ile anlatmalıdır. Bu ülkelerde demokrasi isteyen gruplara açık veya örtülü destek çıkmalıdır. Atatürk’ün çizdiği yolun diğer Müslüman ülkelerce de benimsenmesi 100. Yıl vizyonumuzda mutlaka olmalıdır.  

Yönetim Mekanizmalarımızı Yeniden Yapılandırmalıyız
Mevcut yönetim mekanizmalarının adil, dürüst ve etkili yönetime izin vermediği bir gerçek. Mevcut anayasanın zengine de fakire de, güçlüye de zayıfa da, çoğunluğa da azınlığa da dar geldiği ayrı bir gerçek. Yeni anayasa insan hakları, kuvvetler ayrılığı, sürdürülebilir büyüme, adalet ve özgürlük düşünülerek hazırlanmalıdır. Seçilmiş yöneticilerin hakiki iktidar olabildiği, ihtiyacımız olan modern yasaların kolayca çıkarılabildiği, diktatörlük veya para heveslisi yöneticilerin karanlık emellerini kursağında bırakacak, insan haklarını ve özgürlükleri en önde tutan, gelecek nesillerin değişim taleplerine ipotek koymayan yeni bir yönetim mekanizması inşaa etmeliyiz.

İşte benden naif öneriler:
·      Devlet protokolünün tepesinde Başkan, ardından Denetim Meclisi Başkanı, ardından Yasama Meclisi Başkanı gelmelidir.
·      Ülkeyi yönetecek Başkan ve bakanlarıyla, ili yönetecek Başkan ve ekibi Yönetici Seçimleriyle belirlenmelidir.  Vatandaş ülkesini yönetecek ve ilini yönetecek partiyi bu seçimde belirlemelidir. İcracı bakanlıklar ve kurumlar yöneticilerin sorumluluğunda olmalıdır.
·      Yönetici seçimleriyle belirlenen yöneticilerin icraatlarını ve resmi kurumların denetimini yapacak Denetim Meclisi’nin seçimleri bir hafta sonra yapılmalıdır. Denetim meclisine seçilenler partilerinden istifa edip bağımsızlaşmaları gerekir. Özerkleştirilen adalet sistemi ve güvenlik (ordu, polis ve istihbarat) teşkilatları doğrudan Denetim Meclisine karşı sorumlu olmalıdır. Denetim meclisinin görevden alma yetkisi olmalıdır ama göreve atama yetkisi olmamalıdır.
·      Hükümet tarafından önerilecek yasaları inceleyecek, düzeltilmesi için hükümete iade edecek, onaylayacak veya reddedecek olan Yasama Meclisini her üniversiteden gönderilen temsilciler oluşturmalıdır. Her üniversite göndereceği 5 temsilciyi akademisyenlerinin ve öğrencilerinin seçimiyle belirlemelidir.

Kürdistan’ı Biz Kuralım
Kürtler tarih boyunca devlet kuramamış talihsiz bir millet. Irak’ın kuzey bölgesinde henüz meşrulaşmamış bir Kürdistan devleti var. Ama hala bağımsızlıklarını ilen etmiş değiller ve niye bekledikleri de belli değil! Bu bölgenin Irak’tan bağımsızlığını ilan edip devlet kurmasına biz ön ayak olmalıyız. Bu yeni komşumuzu emperyalist güçlerin himayesinden kurtarıp kendi himayemize almalıyız. Devlet mekanizmalarını oluşturmasını biz sağlamalıyız. Ordusunu ve polis teşkilatını biz eğitmeliyiz. Sanayisini ve ticaretini geliştirmesi için yardımcısı olmalıyız. Demokrasiyle yönetilmesini sağlamalıyız. Aramızdaki ticaret ve ziyaret serbest olmalıdır. İstanbul’dan Adana’ya nasıl gidebiliyorsak, Erbil’e de öyle gidebilmeliyiz. Diyarbakır’daki bir tüccar ile nasıl ticaret yapıyorsak Musul’daki tüccarla da öyle ticaret yapabilmeliyiz. Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlar çifte vatandaşlık hakkına sahip olmalıdır. Aynı şekilde Kürdistan’daki Türk kökenliler de çifte vatandaşlık hakkına sahip olmalıdır. Hem oradaki seçimlerde hem de buradaki seçimlerde oy kullanabilmelidirler. Türkiye’deki Kürt sorunu Kuzey Irak’ta kurulacak kardeş ülke Kürdistan ile bıçak gibi kesilecektir. 100. yılımıza bölünmeden Kürt sorununu çözmüş olarak girmek istiyorsak yukarıdaki öneriyi daha detaylı bir plan dahilinde hayata geçirmeliyiz. Taraflar kazan-kazan esasına dayalı görüşmelerde adil pazarlıklar yapar ve uzlaşmacı bir yaklaşım sergilerse Türkiye bölünmez, Kürtler de vatan sahibi olur. Ama sanırım bu çözümü düşünmemizi istemeyen biz ve onlar değiliz, diğerleri!

Türkiye’nin 100. Yıl Vizyonu başlıklı makalelerimin devamını getireceğim.  Amacım tartışılmaya değer ve tartışmaya açık fikirler ortaya atarak düşünce dünyamızı geliştirmek ve önce ülkeme sonra da insanlığa faydalı projeler üretmektir. Öneri ve eleştirilerinizi yazarsanız sevinirim.

Not: Bu yazıyı 28 Nisan 2011’de yazmama rağmen yayınlamak için 12 Haziran seçimlerinin tamamlanmasını beklediğimi bilmenizi isterim.