Popüler Yayınlar

15 Aralık 2012 Cumartesi

2013 Ekonomi Öngörüleri


2013 Ekonomisini Siyasi Kararlar Doğrudan Etkileyecek.

Ekonomik gücün batıdan doğuya geçtiği değil, batı ile doğu arasında dengeye oturmaya çalıştığı yıllardan geçiyoruz. ABD ve AB’nin son 5 yılda yaşadığı ekonomik krizin çok ders verici olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar dünya üretiminin%80’ini tüketen %20’lik batı, şimdi dünya refahını doğulu ülkeler (ve gelişmekte olan ülkeler) ile paylaşmanın hazımsızlığını yaşıyor. Ama alışacaklar. Ekonomilerini de buna alıştıracaklar. Çünkü bu yeni ekonomik konjonktür de arz-talep dengesinden doğdu. ABD ve AB, dünyada ekonomik arka bahçeler ve suni bunalımlar yaratarak sürdürülebilir refah sağlayamayacaklarını gördü. Ortadoğu ve kuzey Afrika’daki ayak oyunlarının eskisi gibi ekonomik bir getiri sağlamadığı da anlaşıldı. Batının, doğunun yükselmesine karşı centilmence mücadele vermekten başka şansı yok.

Türkiye de, doğunun kıymetini anlamış durumda, Batıya bağımlı olan ihracatımız nihayet doğuya hak ettiği değeri vererek denge tutturmayı başardı. İş dünyamızın ihracat turları da, ihracat tırları da artık daha çok doğuya doğru akıyor.

Dünya ekonomisi 2013 yılında 2012 yılından daha başarılı bir yıl geçirecektir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kriz yıllarına çare olarak aldıkları önlemlerin ve yaptıkları frenlerin meyveleri 2013 yılında toplanacaktır.

AB, aldığı sıkı önlemlerde ve destek politikalarıyla 2013 yılında krizini bir nebze daha azaltacak ve %2’nin üzerinde bir büyüme yaşayacaktır.

Obama, ülkesinin içinde bulunduğu ekonomik durgunluğu İran veya Suriye’ye saldırarak atlatamayacağını biliyor, ama böyle düşünmeyen Cumhuriyetçi iş adamlarını oyalamak için İran ve Suriye’yi köşeye sıkıştırmaya devam edecektir. Uzun süredir durgunluk yaşayan ABD’nin 2012 yılından daha iyi bir yıl geçireceği muhakkak.

Türkiye (ve başbakanımız) ABD’nin iç oyunlarının farkına varmaz ve kraldan daha çok kralcı olursa Suriye gerginliği yüzünden 2012 yılında %3’lerde kalan büyüme oranını 2013 yılında mumla arayabilir.

Her yıl dev büyüme hamleleri yapmasına alışık olduğumuz Çin son 2 yıldır mütevazi büyüme rakamları açıklamıştı. 2013 onlar için de 2012’den daha iyi olacaktır.   

2013 yılı Türkiye'sine dair ekonomik tahminlerim 2 farklı senaryoya göre değişkenlik arz ediyor: Sakin Türkiye, Gergin Türkiye. Tabii Türkiye’nin 2013’te sakin mi gergin mi olacağını hükümet belirleyecek. Suriye’ye müdahale eden, Kürt sorununda çıkmaza saplanan, demokrasiden sapan bir hükümet Gergin bir ortam oluşturacaktır. Ekonomisine ve halka hizmete odaklanmış, büyüklük kompleksinden arınmış, toplumsal uzlaşmaya inanmış bir hükümet ise Sakin bir ortam oluşturacaktır. Ekonomi de bu gerginlik veya sakinliğe göre performans gösterecektir.

Sakin Türkiye’nin hükümete çok başarılı bir yıl yaşatacağına, büyümede %8, enflasyonda %4, işsizlikte %7, dolarda 1,7 TL gibi bir performansa ulaşmamızı sağlayacağına inanıyorum.

Gergin Türkiye’nin ise eksi büyüme göstereceğini, enflasyonu %15’in, işsizliği %13’ün, doları da 3 TL’nin üzerine taşıyacağını düşünüyorum.  (İnşallah bu senaryo gerçekleşmez ama, başbakanın hal ve gidişatından dolayı korkarım bu senaryonun gerçekleşme ihtimali var)

Sanırım Türkiye sakinlikle gerginlik arasında giderek ilerlemeye devam edecek. Büyümede %3, enflasyonda %7,5, işsizlikte %9, dolarda 2 TL gibi bir performans ile 2013’ü kapatacak.

1 Ekim 2012 Pazartesi

İleri Demokrasi

(Dikkat! Uzun yazı)

Türkiye bir dönüşümden geçiyor. Başbakan R.T. Erdoğan hem başkanlık sistemi hem de yeni anayasa istiyor. Bunları da ileri demokrasi adına istiyor. Ne güzel! Daha demokratik, daha özgürlükçü, daha sosyal bir ülke olacaksak, neden olmasın? (Ama aklı başında herkes gibi ben de başbakana mesafeli yaklaşıyorum. Türkiye için kamu yatırımları ve ekonomi açısından başarılı işler yapsa da, için için diktatörlük heveslisi olduğunu düşünüyorum. Umarım yanılıyorumdur.)

Hayatının hiçbir döneminde eşitlikçi olmamış, adaleti kendi meşrebine göre yorumlayan, demokrasiden nasibini alamamış Başbakan’ın “ileri demokrasi” projesinden ne çıkacağını az çok tahmin edebiliriz. Başbakan’ın aklındaki başkanlık sistemi ve ileri demokrasi projelerinin içeriğini sanırım yakında açıklarlar.

Burada beyin fırtınası yaratmak amacıyla; ileri demokrasi içeren bir başkanlık sistemi nasıl olabilirin kendince cevabını vermek istiyorum.  Yalnız, bu kadar derinlikli bir konuyu toparlayıp, aklımdakileri yeterince aktarabilir miyim bilmiyorum? Bu alanda kalem oynatmak ve düşündüklerini anlatabilmek çok kolay değil. Siyasi kavramlar üzerinden fikirlerimi belirtmek sanırım en kolayı olacak.

Kurallar ve Yasalar
Bir ülkede herkes kendini özgür hissetmelidir. Düşüncelerini ve kökenini saklama gereği görmemelidir. Bir ülkede herkese eşit davranılmalı, eşit fırsatlar ve eşit hizmet sunulmalıdır. Hiç kimseye ve hiçbir zümreye kanunlar önünde ayrıcalık tanınmamalıdır. Tüm yasalar özgürlük ve eşitlik baz alınarak hazırlanmalıdır. Bir zümreye veya çoğunluğa iltimas geçilmemelidir. Onların isteklerini yerine getirmek için başka insanların veya grupların hakları ihlal edilmemelidir. Yasa koyucular ve bu yasayı uygulayacak hükümet, adalet ve kolluk kuvvetleri özgürlük ve eşitlik kavramlarına saygıları olmadığı taktirde görevden el çektirilmelidirler (bkz: militan demokrasi). İktidara gelenler kendi düşünce ve yaşama biçimlerini toplumun farklı kesimlerine dayatmamalıdırlar. Bir zümrenin yaşam alanını ve nüfuz etkisini genişletmek için diğer zümrelerin yaşam alanları ve nüfuz etkisi kısıtlanamaz. Farklı kişiler veya gruplarla beraberce yaşamaktan hoşlanmayan kişileri veya grupları rahat ettirmek için farklı olanların sürülmesi, uzaklaştırılması kabul edilemez. Fikir suçu, fikir yayınlama suçu, eylem planlama suçu olamaz, sadece eylem suçu olabilir. Herkes başkasının davranışını, düşüncesini ve inancını eleştirmekte serbesttir. Eleştiren eleştirisi yüzünden yargılanamaz ve cezalandırılamaz. Düşünceleri, davranışları ve inançları farklı olan insanlara düşmanlık besleyen kişi ve kurumlar mutlaka takip edilmeli, kötü eylemlerinden dolayı şiddetle cezalandırılmalıdırlar. Mevcut özgürlükçü ve eşitlikçi yasaları kabullenemeyip baskıcı, ötekileştirici ve yasakçı yasalar getirmeyi vaad eden siyasetçiler ne kadar oy alırlarsa alsınlar hükümet kuramaz. (Hayata bakışınız yukarıdaki gibi değilse yazının bundan sonraki kısmını algılayabilmeniz zordur. Okumaktan vazgeçmenizi öneririm.)

Faşizme Dur Demek
Devleti yönetmesi için hükümet seçilir. Hükümet lider ve kabinesinden oluşur. Yani ortada bir takım ve takım lideri vardır. Teoride bu takım devlet kurumlarını yöneterek ülkeyi işler ve ilerleyen hale getirmeye çalışacaklardır. Tabii hiçbir devlet “ideal” değildir. Dolayısıyla hükümete aday olanlar (partiler, siyasetçiler) sadece devleti iyi yöneterek refahı artırmayı değil, devleti dönüştürerek özgürlük, adalet, eşitlik ve benzeri alanlarda da gelişim sağlayacaklarını vaad ederler. Yani iktidara gelen her siyasetçinin rejimi daha da geliştirme iddiası olabilir ve olmalıdır da.

Ama rejimi olumlu yönde değil de olumsuz yönde değiştirebilecek bir siyasetçi (veya parti) iktidara koşuyorsa veya iktidardaysa ne olacak? Demokratik bir ülkenin vatandaşlarının basireti bağlanıp da faşist birisini iktidara getirirse ne olacak? (Sonuçta Hitler, Stalin, Bush, RTE gibi liderler de demokratik seçimlerle iktidara gelmişlerdir.)

Özgürlük, eşitlik, hukuk, rejim ve benzeri alanlardaki kazanımları geriye götürecek hamleleri ve hükümetleri önleyecek bir sistem kurmak şarttır. Yoksa önce ülke halkı mutsuzlaşacak, sonra faşist iktidar altında baskı ve zulüm görecek, ardından bu faşist iktidar başka ülkelere saldırarak dünya barışını ve refahını tehdit edecektir. İçinde yetiştiği grubun hayata bakışı faşist olan, kendisi gibi düşünmeyen insanlardan nefret eden liderler iktidarı ölünceye kadar ellerinde tutmak ve öldükten sonra da çocuklarına devredebilmek için daha da faşist yönetim sergileyeceklerdir. (bkz: Ortadoğu iktidarları)

Peki nasıl bir kurum bir ülkenin belirttiğim kriterlerde geriye gittiğini objektif olarak tespit ve deklare edecek? Nasıl bir komisyon bir ülkenin liderinin faşistleştiğini söyleyecek? Nasıl bir güç faşist lideri, faşist hükümeti ve aldığı faşist kararları yok edecek? Anayasa mahkemesi demeyin, çünkü ilk önce onlar liderin ve hükümetin kuklası haline gelebiliyorlar. Korkaklıkları yüzünden de gözleri önünde faşistleşen lidere dur diyemiyorlar.

Faşist ülkelerin varlığı dünya barışını tehdit etmektedir. Despotik ülkelerin demokratik ülkelere gıpta ile bakıp, demokratikleşmesini beklemek büyük bir iyimserliktir. Bunun tam tersinin gerçekleşme ihtimali daha fazladır.

Ben ülkeleri, faşist iktidarlardan kurtulabilmesi için kendi kaderlerine terk etmeyi doğru bulmuyorum. Bence her demokratik ülkenin rejim bekçisi BM (Birleşmiş Milletler) olmalıdır. Demokratik, sosyal hukuk devletinin evrensel tanımı BM tarafından yapılmalı ve bu tanıma göre üye ülkelerden rejimlerini düzenlemeleri istenmelidir. BM’ye üye her ülkenin “ileri demokrasisinin” teminatı BM’nin kendisi olmalıdır. BM’ye üye demokratik bir ülkenin başına geçen lider eğer anti-demokratik tavırlar sergiliyorsa, hukuktan uzaklaşıyorsa, insan haklarını ihlal ediyorsa, yolsuzluğa bulaşıyorsa, ülke içinde ve ülke dışında komplolar örgütlüyorsa ve tüm bu bozulmaların açık delilleri varsa, o hükümet BM tarafından görevden alınabilmelidir. Yani uluslararası akil irade milli iradenin üzerinde olmalıdır. BM tarafından görevden uzaklaştırma kararını alınan bir lider bu karara uymuyorsa, ülkesi içinden yapılacak darbe girişimi meşru kabul edilmeli ve BM tarafından desteklenmelidir. Darbe yaparak iktidara gelen güç demokratik değilse aynı darbe akıbeti onun için de geçerli olmalıdır. BM, demokrasi getirmeyecek tüm darbelerin karşısında olmalı ama faşist iktidarı yıkacak tüm darbelerin de destekçisi olmalıdır.  Yani BM demokrasinin koruyucusu ve yayıcısı olmalıdır. BM’nin zorlamasıyla krallıklar derhal lav edilmeli veya İngiltere de olduğu gibi siyaseten etkisizleştirilmelidir. Böylece iktidar sarhoşluğuyla faşistleşmeyi düşünen liderler de insafa gelir.

Her ülke kendi iç işlerinde bağımsızdır”, “ülkeler kendi kaderlerini kendi belirlemelidir” gibi safsatalarla bu önerime karşı çıkanların faşizm altında inleyen insanların mutsuzluklarını ve sefaletlerini umursadıklarını düşünmüyorum. Artık yeter. Dünyadaki her insanın, her milletin özgürce ve insanca yaşamaya hakkı vardır. Birileri demokrasiye aç yatarken diğerleri demokrasiye tok uyuyamaz. Sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için demokrasi istemek ve buna ulaşmak için de gerekirse zor kullanmak şarttır.   

Tabii BM’nin bugünkü yapısıyla bahsettiğim bu sistem kurulamaz. Çünkü BM tüm ülkelerin kulübü durumundadır. Antidemokratik ülkeler de BM’ye üye olabilmektedir. BM sadece demokratik ülkelerin kulübü durumuna gelmek zorundadır. Demokratik olmayan ülkelere karşı tavır almalı ve belli bir zamandan sonra da zor kullanmalıdır. İnsan hakları evrensel beyannamesi temel alınarak dünyadaki tüm ülkelerin demokrasiye geçmesi için baskı yapan ve zor kullanan bir kulüp haline gelmelidir BM.


Demokrasi
Maalesef ben tanımlanan ve uygulanan demokrasilerin çok da erdemli bir yönetim biçimi olduğuna inanmıyorum. Hoş demokratik olduğunu ilan eden ülkelerin hepsinde uygulama farklılıkları var ve bazı demokrasiler daha özgürlükçü ve eşitlikçi. Kabaca demokrasi için; en çok oy alan parti veya partilerin borusunu öttürdüğü, muhalefete düşen partilere oy veren insanların kendilerini ötekileşmiş hissettiği bir sistemdir, denebilir. Yani söylendiği gibi ülke yönetiminde herkesin söz sahibi olabildiği bir sistem değildir, demokrasi. Bu yüzden demokrasiden daha gelişmiş bir yönetim sistemi bulunmalıdır derim hep.

Demokrasi için “çoğunluğun ülkeyi yönetmesi” denir ama %30 oy alan bir parti, kendisi gibi düşünmeyen %70 çoğunluğa inat kararlar alabilmekte ve buna “millet iradesi” diyebilmektedir. (Buna demokrasi deniyorsa, gerçekten “ileri demokrasi”ye ihtiyaç vardır.) Benim “ileri demokrasi” anlayışıma göre, seçimlere giren ve %1’in üzerinde oy alan her parti ülke yönetiminde sorumluluk almalıdır. (Dikkat edin “söz almalıdır” demiyorum, “sorumluluk almalıdır” diyorum.) Yani hiçbir oy heba olmamalıdır. Bu fikrimi yazının ilerleyen satırlarında daha da rasyonelleştireceğim.

Siyasetçi
Siyasetçi ülkeyi geliştirmeyi vaad ederek yönetmeye talip vatandaştır. Kimisi ülküsünü hayata geçirmek için, kimisi ülkeyi geliştirmek için, kimisi de ahlaksızca zengin olmak için siyasetçi olmayı seçmiştir. Siyasetçiler genelde yöneticilik özelliği üzerinden değil de ideolojisi üzerinden oy toplamaya çalışır. İktidara geldiklerinde de ideolojilerini egemen kılmaya çalışmaktan veya keselerini doldurmaya çalışmaktan ülkeyi yönetemediklerini ve geliştiremediklerini görürüz. Buna kesinlikle bir çözüm bulunmalıdır. Ülkeler bu kansız siyasetçiler yüzünden gelişememekte ve kan kaybetmektedir.

Siyasetçilerin performansını ölçen bir kurum icat etmeliyiz. (Sayıştay gibi bir şey) Boş konuşan, vaad ettiklerinin tersini yapan, dün ak dediğine bugün kara diyen, sorumlu olduğu kurumları geliştiremeyen, zenginliği sürekli artan siyasetçi sistemden şutlanmalıdır. Karne sistemi de olabilir. Bilimsel bir ölçümleme metoduyla karne notu verilmeli ve zayıf not alan siyasetçi şutlanmalıdır. (GSMH büyümesini yüzde 5’in altına düşüren, enflasyonu %10’un üzerine çıkaran, dış borçlanmayı artıran başbakan ve bakanları görevden alınmalı ve siyasetten men edilmeli) Ciddiyim, şaka yapmıyorum. İş dünyasında başarısız genel müdürler nasıl kovuluyorsa, başarısız öğrenciler nasıl sınıfta bırakılıyorsa, siyasetçilere neden bu model uygulanmasın? (Şöyle düşünün, eğer bu sistem olsaydı Tansu Çiller, Mesut Yılmaz gibi siyasetçiler 1 yıl siyasetin içinde kalır ve evlerine dönerlerdi. Kulağa hoş gelmiyor mu?)

Siyasetçilerin bir hastalığı da kendilerini bulunmaz Hint kumaşı zannetmeleri, ülkenin kendilerine çok ihtiyacı olduğunu düşünmeleridir. Bu yüzden siyasetten onları sadece mezar ayırıyor. Normalde iş dünyasının yöneticileri en verimli çağlarını 40’tan sonra yaşar ve 60 yaşında jübile yaparken, siyasetçiler 60 yaşından sonra siyaseten nemalanabildikleri için mezara kadar jübile yapmazlar. Anlayacağınız siyaset moruklar cennetidir. Beyni süngerleşmiş insanlardan da ülkeye fayda geleceğini uman halk oy vermeye devam eder. (Önündeki duvara yürüyerek defalarca çarpmak gibi bir şey bu) Nasıl seçilme yaşının tabanı varsa, tavanı da olmalıdır. 70 yaşını geçenlere siyaset yapmak ve siyasi bir makamda oturmak yasaklanmalıdır. Yaş haddinden emekli edilmelidirler. Şaka yapmıyorum, benim ileri demokrasi tanımımda kesinlikle bu madde var. Bu ülkenin 20-70 arasındaki nüfusu dururken 70 yaş üstlerine siyasi görev düşmemelidir. Hem bu sayede siyasi sirkülasyon daha çok olur ve 70’ine gelmeden başarılı siyasetçiler önemli pozisyonlara gelebilirler.

Lider
Başa lider seçmek ilkel bir dürtüdür. İnsanlar tepelerinde mutlaka bir lider olsun isterler. İlkel zamanlardan kalan bu alışkanlık, kraliyet aileleri, aristokratlar, diktatörler gibi insanlığa yakışmayacak zümreler yaratmıştır. Demokrasiyle seçilenlerin de onlardan kalır yanı pek yoktur. Demek ki, iktidarı ele geçiren insanoğlu, başkalaşıyor. Başa gelmiş siyasetçi kendini ayrıcalıklı hissediyor, kendinde keramet var zannediyor. Yandaşlarına iyi bakıyor, muhaliflerine zulmediyor. İktidara gelen liderler halka hizmet etmek yerine konforuna hizmet etmeye meylediyor.
·                 İktidar kelimesine de gıcığım. Bu kelime diktatörlük zamanlarından kaldığı için seçimle iktidara gelenlere de diktatörlük virüsü bulaştırıyor.
·                 Dünyada hala kralların olmasına, padişahların rahmetle anılmasına da hayret ediyorum. Babadan oğula geçen yönetim hakkına ifrit oluyorum, hanedanlıklara karşı çıkamayan insanlara da yuh diyorum. (krallık/hanedanlık savunucularının kişiliksiz insanlar olduğunu düşünüyorum)

İnsanlar tarafından neredeyse tapınılan, yüksek yetkilerle donatılan, bir dediği iki edilmeyen liderin sapıtmamasının imkanı yoktur.

O zaman demokrasi ayaklarıyla lider seçmek niye? Topluma ve bireye hizmet edecek devleti yönetmek için illa bir lidere mi ihtiyaç var? Niye parti liderlerini suça teşvik ediyoruz, günaha davet ediyoruz? İlla lider seçmek zorunda mıyız? Mazoşist miyiz? (İşte aykırı soru diye buna denir)

Hadi farklı düşünüp, bu konuya farklı bir çözüm bulalım. Benim “ileri demokrasi” projemde lider, mider yok arkadaş, “yöneticiler” var. Devleti yönetecek lideri değil, devlet kurumlarını yönetecek “yöneticileri” seçelim, diyorum. İktidar yerine “yönetim”, lider yerine de “yönetici” kelimesini koymalıyız diyorum. (Böylece ülkenin başına getirdiğimiz insanların kıçı kalkmaz.) Ülkeler barışçıl ve refah içinde bir gelecek yaratacaklarsa ülke liderliği kurumunu gözden geçirmeli, etkisizleştirmeli veya kaldırmalıdır (Nasıl mı? Okumaya devam edin, lütfen)

Seçimler
Demokrasinin olmazsa olmazı oylamalardır. İnsanlar oy vererek yönetenlerini seçer. 4 veya 5 yılda bir sandığa davet ederek halka “diktatör” seçme şansı verilir. Seçimler sayesinde halkın söz sahibi olduğu söylenir. Bu bir nebze doğrudur ama yeterli değildir. Ülke yönetimiyle ilgili halkın fikri daha çok alınmalıdır. Bazı kritik konularda referanduma gidilmektedir. Referanduma gidilme kriteri yeniden tanımlanmalı ve Yüksek Seçim Kurulu tarafından akıllı telefonlara yüklenecek bir yazılım ile daha fazla referanduma gidilmelidir. (Demek ki devlet halka akıllı telefon dağıtmalı. İnanın referandum maliyetinden daha ucuza gelir.) Örneğin kamuoyunda yeterince tartışılmış ama karara varılmamış konularda her akşam 20:00 ile 21:00 arasında “mobil sandıklar” açılsın ve insanlar oylarını atsın. Olmaz olmaz deme, bal gibi olur. İşte o zaman ben ülke yönetiminde söz sahibi olduğumu hissederim. 4 yılda bize fikrimiz sorulunca buna demokrasi deniyorsa benim “mobil sandık” önerim ileri demokrasinin ta kendisidir. 

Devlet
Halklar ortak ihtiyaçlarını karşılaması için devlet denen kurumu yaratmışlar ve bu devleti besleyecek vergi sistemini icat etmişlerdir. Bir toplumun ve o toplumdaki bireylerin devletten beklentileri bellidir. Adaleti, güvenliği sağlamalarını beklerler. Bireyler arasındaki, kurumlar arasındaki, bireyler ve kurumlar arasındaki ilişkileri kurallar üzerinden düzenlemesini bekler. Ticaretin kolaylaşması için olanakların (yol, iletişim, bankacılık…vb) sunulmasını isterler. Sağlık ve eğitim gibi yüksek maliyetli ihtiyaçların devlet tarafından karşılanmasını beklerler. Özel sektör tarafından karşılanamayan işler de devlet tarafından karşılanmalıdır. Dolayısıyla devlet denen mekanizma içinde birçok kurum oluşmuştur. Halka hizmet götürmek için bu kuruluşların yönetilmesi gerekir. (İşte tam burada ileri demokrasi projemin bomba önerisi geliyor) Benim önerim şu; erkler ayrılığı ilkesi gereği devleti oluşturan kurumların bazıları hükümet yöneticileri tarafından yönetilmelidir, bazıları ise oluşturulacak diğer kurumlar/meclisler tarafından yönetilmelidir. 

Kuvvetler Ayrılığı
Yasama için seçtiğimiz meclisin içinden yürütme de çıkarmak, üstelik yargıyı da o yürütmeye bağlamak bana çok saçma geliyor. Hani kuvvetler ayrılığı? Yasama, yürütme yargı… Matruşka bebekler gibi birbirinin içinden çıkarsa kuvvetler ayrılığından bahsedilebilir mi? Kesinlikle kuvvetler ayrılığına ihtiyacımız var. Ülkeyi yönetsin diye seçtiğimiz insanların ve onların yönettikleri devlet kurumlarının denetlenebilmesi, özgürlüklerin korunması için yürütme, yasama ve yargı mutlaka birbirinden ayrılmalıdır.

Bir ülkede demokrasi ve hukuk adil işliyorsa siyasilerin iktidara gelmek için halka vaat edecekleri tek şey daha refah içinde yaşatmak olmalıdır. Özgürlüğün ve adaletin hüküm sürdüğü bir ülkede siyasi partiler ekonomiyi, eğitimi ve sosyal hayatı zenginleştirmeye aday olmalıdırlar. Bu durumda iktidar olmayı hayal edenlerin sadece yürütmeye (yönetmeye) talip olmaları gerekir. Yürütme için seçtiğimiz yöneticiler yasama ve yargıdan şikayetçilerse bilin ki diktatörlük peşindedirler. (Yasama ve yargıda yürütmeyi gıcık eden, engelleyen bir şeyler varsa, bunun düzeltilmesi için çözüm başka bir şey olmalıdır.)

Kimi seçelim?
Milletvekili seçimleri ve belediye seçimleri kaldırılsın. Tek seçim yapalım. Adı Yönetim Seçimleri olsun. Bu seçimde sadece İl Başkanlarını ve İl Meclis Üyelerini seçelim. (Yani sadece bugünkü belediye seçimleri olsun. Yalnız baraj falan olmasın. Seçimler 4 yılda bir olsun). Vali, kaymakamlık ve ilçe belediye başkanlığı gibi makamlar kalksın. İl başkanı olan kişi TC kanunları çerçevesinde ilini istediği gibi yönetsin. İl başkanları illerinin refah düzeyinin artması için evrensel, ulusal ve yerel çıkarlara uygun kararlar alacaklardır. İl meclisinde 100 vekil olsun. Her parti aldığı oy oranında il meclisine vekil versin. Yalnız aynı seçimde özel vekiller de belirlenmelidir. Özel vekiller illerini temsilen başkentteki Yönetim Meclisi’nin de vekili olsunlar. Elbette başkentteki meclise her ilin nüfusuna orantılı olarak illerden vekil gelmelidir.

Hükümeti Nasıl Kuralım?
Yönetim seçimlerinde en çok oy alan parti hükümeti kurmalı. Hükümet üyeleri arasında seçimlerde göreve gelen il başkanları ve il meclisi vekilleri yer almamalıdır. Yani hükümette seçilmişler olmamalıdır. Parti yönetim seçimlerine girerek illere ve ülkeye talip olmuştur. Halk da oy vererek hem ilinin başkanını ve meclisini belirlemiş, hem de ülkeyi yönetecek (hükümeti belirleyecek) partiyi belirlemiştir. Seçimleri kazanan parti bakanlarını ve sembolik ülke başkanını atamalıdır. Israrla sembolik diyorum, zira aşırı yetkili, baskın karakterli bir lidere gerek kalmamalı. İnsanlar çoban edalı bir figürü başlarında kabul etmemelidirler. Ülke başkanı temsili bir makam olmalıdır. Bakanlıklar daha fazla önemli olmalıdır. Hükümetin esas karakteri bakanlar kurulu olmalıdır. Başkan, bakanlar kuruluna moderatörlük yapan bir figür olmalıdır. (Aslında muhalefet partilere de bakanlık verilmesinden yanayım ama bunu nasıl formülüze edebiliriz bilemiyorum. İktidara gelen partiye verilmeyen oyların boşa gitmemesi gerekir. Muhalefet de ülke yönetiminde rol almalıdır.) Sonuçta vatandaşın işi devlet kurumlarıyla, onlar da ya belediyelere ya da bakanlıklara bağlı. İl başkanlarının ve bakanların performansları daha fazla sorgulanır olmalıdır. Böylece ideolojiler değil, icraatlar daha fazla öne çıkar. Bu da ülkeyi daha da ilerletir. Sonuç olarak seçimler sadece “yürütme” ayağını belirlemek için yapılmalıdır diyorum. İl başkanları bakanlar kurulu kararlarına uymalıdır.

Meclisler
Bana bir meclis yetmez, üç meclis istiyorum. Madem kuvvetler ayrılığı olacak. 3 tane meclisimiz olmalıdır.
·                 Yönetim Meclisi: İl Meclislerine seçilen üyelerin içinden başkentteki büyük meclise (Yönetim Meclisi) gönderecek vekiller olmalıdır. İl meclisinde her partiden toplamda 100 tane vekil olabilir. İlin bu vekiller içerisinden Yönetim Meclisi’ne vereceği vekillerin belirlenmesi bugünkü seçimlerdeki gibi olacaktır. Yani il meclisindeki bazı vekiller aynı zamanda Yönetim Meclisi üyeleri de olacaktır. Bu mecliste (Yönetim Meclisi) iller hükümetten taleplerini dile getirmeli, hükümet de kalkındırma projelerini değerlendirmeye sunmalıdırlar. Bu sayede merkezi yönetimin illerden uzaklaşmaması sağlanmış olur, dolayısıyla halka hizmet daha kolay iner. Hükümet de daha fazla illerin sorunlarına eğilmek zorunda kalır.
·                 Yasama Meclisi: Ülkenin ve özgürlüklerin gelişmesi ile adaletin sağlanması için ihtiyaç duyulan yasaları çıkaracak kurum Yasama Meclisi olacaktır. Yasa yapmak kültürlü, eğitimli, entelektüel insanların işidir. Bu yüzden bu işin içine halkı dahil etmeye gerek yoktur. Yasama Meclisini her üniversiteden gönderilen temsilciler oluşturmalıdır. Her üniversite göndereceği 5 temsilciyi akademisyenlerinin ve öğrencilerinin seçimiyle belirlemelidir. (Evet, üniversiteler de ülke yönetiminde söz sahibi olmalıdır. Bir ülkenin yetiştirdiği en bilge ve vasıflı insanlar Üniversite eğitim görevlileridir. Yasama gibi bilimle ve bilgelikle ele alınması gereken alanları en entellektüel kesime bırakmakta ne sakınca olabilir ki?) Elbette yasama meclisi de gündeme gelen yasama konularını uzun uzadıya tartışacak ve oylama ile yasalaştıracaktır. Yasama Meclisi ülkenin gündemini ve kurumların ihtiyaçlarını takip ederek yasama kararları almalıdır. Elbette hükümet, yönetim meclisi ve il başkanları tarafından önerilecek yasaları da incelemeli ve gerekiyorsa yürürlüğe koymalıdır. Adalet bakanlığı hükümete değil, Yasama Meclisi’ne bağlı olmalıdır. Benim anlayışıma göre demokrasilerde hukuk ve emniyet teşkilatı asla seçilenlere (siyasilere ve iktidara) teslim edilmemelidirler. Dünya tarihi hukuku ve emniyeti kendi çıkarlarına göre kullanan iktidarlarla doludur. Bu ikiliyi iktidara verdiğiniz sürece bir ülkede derin devlet oyunlarına, kanunsuzluklara, soygunlara, rüşvete, siyasi hortumlara her zaman maruz kalırsınız. Hukuk ve hukukun koruyucusu emniyeti iktidara bağlı olmaktan kurtarıp, bağımsız hale getirmelisiniz. Bu yüzden adalet bakanlığı ve emniyet teşkilatı Yasama Meclisi’ne bağlı olmalıdır.  Yasama meclisi çağdaş, eşitlikçi, özgürlükçü bir Anayasa hazırlamalı ve bu anayasayı Yönetim Meclisi ve Denetim Meclisi’nden gelen öneriler ile sürekli geliştirmelidir. Anayasayı halkın oyuna sunma yalakalığı da yapılmamalıdır. (Sanki halka sunulan anayasayı herkes okuyup oy veriyor. Halbuki, taptığı lider ne derse onu oyluyor.) Yasama Meclisi’ne bağlı Rejimi Koruma Dairesi ve Anayasa Mahkemesi oluşturulmalıdır. Rejimi Koruma Dairesi sadece seçilmiş partilerin faaliyetlerini denetlemelidir. Yönetim Meclisi’ne girememiş partilere dair araştırma yapamamalıdır. Anayasa Mahkemesi de tüm siyasi dava ve sorunların son başvuru noktası olmalıdır. 
·                 Denetim Meclisi: Denetim meclisi istediği her şeyi, herkesi ve her kurumu denetlemeye yetkisi olan bir kurum olmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının üyelerinden yine sivil toplum kuruluşlarının üyelerinin katılacağı seçimle belirlenmelidir.  (Yüzde 50’sini muhalefetteki partiler de atayabilir) Denetim meclisi seçimlerine katılacak sivil toplum kuruluşları yasama meclisi tarafından belirlenmelidir. Denetim meclisi seçimleri yönetim meclisi seçiminden bir ay sonra yapılmalıdır. Görev süresi yönetim meclisinin görev süresi kadar olmalıdır. Bu meclise bir kişi 2 dönemden fazla seçilememelidir. Denetim meclisinin denetim görevini layıkıyla yapabilmesi için, her sivil toplum kuruluşuna eşit mesafede olmak ve eşit fırsatı yaratmak yasama meclisinin onuru olmalıdır. Sayıştay ve benzeri denetim kurumları denetim meclisine bağlı olmalıdır. Devletin denetim kurumları denetim meclisine bağlı olmalıdır ve bu kurumların başkanları da denetim meclisi tarafından atanmalıdır.   


Adalet
Adalet saraylarında neden hakimler ve savcılar bir arada olur anlamam. Sonuçta adaletin tecellisi için bir iddia makamı, bir savunma makamı bir de hakim vardır. Hakim her iki tarafın avukatına da aynı mesafede olmalıdır. Savcılar kamunun ve devletin yararına dava açan devlet avukatlarıdır. Gerçek demokrasilerde devleti vatandaştan koruma değil, vatandaşı devletten koruma anlayışı esastır. Savcıların adalet saraylarında hakimlerle birlikte aynı çatı altında olmaları son derece yanlış bir uygulamadır. Bu birliktelik savcıların elini doğal olarak güçlendirmektedir. Aynı yemekhanede yemek yiyen, aynı servisle adalet sarayına gelen, aynı lojmanlarda oturan, hatta birlikte tatile çıkan bu kişilerin aynı davaya bakmaları durumunda sıradan vatandaş karşısında tarafsız olacaklarını düşünmek saflıktır. Hakimden savcılığa, savcılıktan hakimliğe geçişin çok kolay olduğu bir sistemde hakimlerin savcıların iddialarından savunmanın yanıtlarına odaklanması neredeyse imkansızdır. Diktatörlüklerde hakimler ve savcılar aynı çatı altında olabilir ama demokrasilerde aynı çatı altında olmamalıdırlar. Hakimler savunmanın avukatlarına maddi ve manevi anlamda ne kadar mesafeliyse, savcılara da aynı mesafede durmalıdırlar. Hakimler ve savcılar aynı çatı altında çalışmamalıdır. Savcılar derhal adalet saraylarından farklı bir yere konuşlanmalıdırlar. Aslında bu iki farklı organın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu adı altında yönetiliyor olması bile sakıncalıdır.


İşte benim “ülke yönetimi tekniği”ne ve “ileri demokrasi”ye dair görüş ve önerilerim bunlar.  Bazı parçalar kafamda tam oturmamış olsa da, bugünkü demokrasi kurgusundan farklı oldukları için sizlerle paylaşmaya değer buluyorum. Ve inanıyorum ki; önerdiklerime benzer bir düzeni kuracak adımlar atacak lider dünya tarihine adını altın harflerle yazdıracaktır

1 Temmuz 2012 Pazar

Kürt Sorunu Nasıl Çözülür?


Bildiğiniz gibi satış, pazarlama, marka ve perakendecilik alanında danışmanlık hizmeti veriyorum. Müşterilerime içinden çıkamadıkları sorunları çözebilme iddiasıyla yaklaşıyorum. Her vatandaş gibi ülke sorunlarına kafa yoruyor, kendimce çözümler üretiyorum. Bazılarını da yazıya döktüğümü bilirsiniz.

Türkiye'nin en büyük sorunu nedir deseniz, başbakanından ilkokul öğrencisine kadar herkes Kürt Sorunu’dur diyecektir. Zaten araştırmalar da, medya haberleri de bu sonucu veriyor.  Kürt sorununa dair de epeydir bir çözümüm var ve bunu sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Kürt sorununu çözmek için benim çok basit bir tezim var: Kürtlere kendi elimizle devlet kurmalıyız.

(Durun heyecanlanmayın hemen. Ülkemden toprak vermeyi önerecek değilim.)

Ben Egeli bir Türk’üm. İstanbul’da büyüdüm ve yaşıyorum. 41 yaşındayım. Hayatım boyunca birçok Kürt kökenli arkadaşım oldu. Kürtleri severim. Bizler gibi mert, misafirperver ve samimidirler. Kültürleri ve insanlıkları harikadır. Bu özelliklerinden dolayı biz Türkler ve Kürtler birbirimize çok benzeriz. (Zaten kaderin cilvesine bakın ki Türk ve Kürt kelimeleri de aynı harflerden oluşuyor.)  Birbirimizi düşman görmemiz imkansız, ancak kardeş görebiliriz. Bu yüzden Kürtlerin mutluluğunu istemeliyiz. 

Ne kadar iç içe olsak da kabul etmeliyiz ki Kürtler ayrı bir ırk ve kendilerine ait toprak ve devlet istemeleri de gayet doğal. Şimdiye kadar Kürtlerin hiç devletinin olmaması bunu isteyemeyecekleri anlamına gelmez. Bu yüzden dağa çıkıp savaşan Kürtleri anlıyorum. Onları dağa çıkaran, isyana teşvik eden özgürlük güdüsü, içgüdüseldir (tanrı tarafından verilmiştir de diyebiliriz).

Kürtlere taleplerini bir bir vererek onların yatışacağını düşünmek ahmaklıktır. Kendi dillerinde eğitim alma ve savunma yapma hakkı asla yeterli olmayacaktır. Kürtlere özerklik de verseniz bağımsız bir devlet kurasıya kadar Kürt sorunu devam edecektir. (Kosova örneğini hatırlayın). Kürt sorununun çözümü ileri demokrasidedir diyenler çok büyük yanılgı içerisindedir. (Elbette ileri demokrasi olmalı ülkemizde, Kürt vatandaşlarımıza da talep ettikleri hakları vermeliyiz.)

Biz Türklerin de vatanını böldürmek istememesi gayet insani bir istek. Bunun için dağa çıkmış Kürt isyancıları terörist olarak adlandırmamız ve onlarla savaşmamız gayet doğal. Şahsen Türkiye’nin bir avuç toprağının verilmesini istemem.

Türkü ve Kürdü karşı karşıya getiren nedenler çok doğal ve her iki taraf da haklı. Onlar bir ülkesi olsun isteyecek, biz de vatanımızı böldürmemek isteyeceğiz. Bu yüzden bu savaş yüzyıllar boyu sürebilir. Bu savaşı haklı olan değil, güçlü olan kazanacaktır. Elbette güçlü olanın biz Türkler olmasını isterim.

Ama bu savaşın durması için bir fırsat var önümüzde. Irak’ın kuzeyinde devlet kurma imkanı bulunan Kürtler, ideal sınırlara ulaşmadan Kürdistan’ı ilan etmek istemiyorlar. Bildiğiniz gibi ideal Kürdistan’a Suriye’nin kuzeyi, İran’ın kuzeybatısı ve Türkiye’nin güneydoğusu giriyor.

Arap baharı sayesinde Suriye’nin kuzeyi Kürtlerin eline geçti. Üstelik Barzani değil, PKK yanlısı Kürtler bunlar.  Siyasiler ve medya bu duruma ateş püskürüyor. Bir handikap olarak bakıyorlar son gelişmelere. Ama bence bu durum tam da bizim işimize yarayabilir. Başta beceriksiz dış işleri bakanımız Davutoğlu olmak üzere hiç kimse son durumda bir “stratejik derinlik” olduğunu görmüyor.

Bence Kürtler ile bir an önce pazarlığa oturmalıyız. (Hangi Kürtler olduğunu yazının sonunda söyleyeceğim.) Kürtler bölgenin güçlü ülkeleri İran ve Türkiye’den toprak koparamayacaklarını bilmelerini ama “İdeal Kürdistan” sınırlarından vaz geçmeleri durumunda Irak ve Suriye’nin kuzeyini kapsayan alanda, bizim himayemizde Kürdistan kurulmasını destekleyeceğimizi belirtmeliyiz.

Aşağıdaki alanlarda anlaşılırsa, kardeşimiz olan Kürtler ile yüzyıllar boyunca barış ve mutluluk içinde yaşayabiliriz.

·         Kurulacak Kürdistan mutlaka demokratik bir cumhuriyet olmayı kabul etmelidir. Batılı anlamda laik, sosyal ve hukuk devleti olmalıdır. Çok partili bir sistem ile yönetilmelidir.
·         Kürdistan Türkçe’yi ikinci dil, Türkiye’de Kürtçeyi ikinci dil kabul etmelidir. Her iki halkın anlaşmasının daha kolay olabilmesi için Kürdistan latin alfabelerini kabul etmelidir.
·         Kürdistan’ın ordusunu, polisini ve devlet kurumlarını biz eğitmeliyiz.
·         Kürdistan ile aramızda birbirini diğer ülkelere karşı koruma-kollama antlaşması yapılmalıdır. Kürdistan’a saldıracak ülke bize saldırmış sayılmalıdır.
·         Kürdistan ve Türkiye sınırında her iki taraf da ordu bulundurmamayı taahhüt etmelidirler. 
·         Kürdistan ve Türkiye arasında AB tipi bir birlikteliğin olacağını ve her iki ülkenin vatandaşlarının birbirlerinin ülkesini çok rahat kullanabileceğini garanti etmeliyiz.
·         Kürdistan’ın dünya ile entegre olabilmesi ve ticaretini geliştirebilmesi için Akdeniz’e açılmaları gerekecektir. Kürdistan’a Hatay’ı kullanma konusunda çok büyük ayrıcalıklar tanımayı vaad etmeliyiz. 
·         İki ülke arasındaki sınırın kolay kontrol edilebilmesi için sınırın yeniden düzenlenebileceği, hatta dağlara karşılık ovalarımızı verebileceğimizi söylemeliyiz.
·         Kürdistan asla Türkiye’den toprak talep etmeyeceğini garanti etmelidir. Kürdistan’dan sonra da Türkiye’de ayrılıkçılığı savunan Kürtler varsa, Türkiye’nin bunları Kürdistan’a sürmesini ve Kürdistan’ın da bu sürgünleri kabul etmesini her iki taraf da kabul etmelidir.

Kürtlerin eline bin yılda geçmeyecek bir fırsat geçmiştir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak için “Büyük Kürdistan” hayallerinden vaz geçip Irak ve Suriye’nin kuzeyinde kurulacak Küçük Kürdistan ile idare etmeleri gerektiğini anlayacaklardır.  Söz konusu topraklar verimlidir ve zengin bir ülke kurmak için de idealdir. Üstelik Türkiye gibi büyük bir devletin dostluğuyla kurulacak olması Kürtlerin de aklına yatacaktır.

Kendi elimizle Kürdistan kurma hamlesi mutlaka yapılmalıdır. Medyamızın ağır topları ve siyasilerimiz bu önerim üzerinde “derinlikli” düşünmelidirler. Çünkü şu andaki konjonktür bin yılda bir oluşur. Ayrıca yıllardır beraber yaşadığımız Kürt kardeşlerimize biz değil de, İsrail ve ABD kendi eliyle devlet kurarsa, bizim için her açıdan üzücü olur. 

Türkiye’deki Kürtleri sınırlarımız içinde bağımsız devlet kurma sevdasından kendiliğinden vazgeçirecek tek çözüm budur. Kürtlere yanı başımızda bir Kürt devleti kurmadığımız sürece Kürt sorunu da, bölünme ihtimali de devam edecektir. 

Eğer önerim bu topraklara barış getirecek “stratejik derinliğe” sahipse,  Suriye'nin kuzeyinin PKK’ya yakın Kürtlerin elinde olması, Barzani’ye yakın Kürtlerin elinde olmasından daha iyi olduğu aşikardır.

Kendi elimizle Kürt devleti kurabilmek için kendi elimizde olan Apo ve BDP ile görüşme yaparak işe başlayabiliriz.

Bu tarihi fırsatı kaçırmayalım. Kürdistan konusundaki önyargıları ve ezberlenmiş stratejileri bir kenara atalım. Bu iki halk yüzyıllardır iç içe yaşamayı başardı, komşu olarak barış içinde yaşamayı da başarır. Bahsettiğim sınırlarda Kürdistan kurulduktan sonra da bizde yaşayan Kürtler hem huzura kavuşacaktır hem de ayrılıkçı ve özerklik taleplerinden vazgeçeceklerdir.

Yukarıda okuduğunuz çözüm önerimi ilk 2011 yılının Haziran ayında kaleme aldım. Bkz: http://ufukturu.blogspot.com/2011/05/turkiyenin-100-yl-vizyonu-2.html Bu fikrimi daha önceleri de köşe yazarlarından siyasetçilere, epey geniş bir fikir liderine ilettim. Siz de benim çözüm önerime inanıyorsanız lütfen her yerde dile getirin. Böylece hem Türk-Kürt kardeşliğini ilelebet muhafaza edebiliriz, hem de batılı ülkelerin piyonu olan beceriksiz siyasetçilerimize belki yol gösterebiliriz.